“Dünya yurttaşlığının üzerimize yüklediği sorumluluklar bizi birbirimize bağlıyor; Washington’da yaşanacak bir lider değişimi de bu sorumlulukları ortadan kaldırmayacak” (Barack Obama, 2008).
“Amerika, Amerikalılar tarafından yönetilir. Küreselleşme ideolojisini reddediyoruz ve yurtseverlik öğretisini benimsiyoruz” (Donald Trump, 2018).
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Donald Trump, görevdeki ikinci yılını doldurmasına birkaç ay kala 25 Eylül 2018’de Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda konuştu.[1] Başkanın konuşmasının başında “iki yıldan kısa sürede Amerikan tarihinde görülmemiş başarılara imza attığını” iddia etmesiyle salonu dolduran gülüşmeler birkaç gün gündemde kaldı; ama Trump’ın ne söylediği üzerinde pek durulmadı. Konuşma kısa sürede unutulup gitti. Oysa tüm dünya liderlerinin karşısında ve sahip olduğumuz en geniş kapsamlı uluslararası örgütün toplantısında yapılmış bu konuşmanın içeriği, kanımca Donald Trump’ın ne yapmakta olduğuna ve hatta “Trump dönemini” nasıl hatırlayacağımıza ilişkin önemli ipuçları barındırıyor (bu liderlerden Emmanuel Macron da Trump’ın söylediklerini dert etmiş olsa gerek; 11 Kasım’da Paris’te gerçekleştirilen I. Dünya Savaşı anmasında ABD başkanına yanıt niteliğinde sözler sarf etti). Bu yazıda Trump’ın konuşmasını anlamaya ve bizlere sunduğu içeriği kısaca tartışmaya çalışacağım (Macron’un sözlerinin ve Macron-Trump tartışmasının takip eden bir yazının konusu olmasını umut ediyorum).
Trump BM Genel Kurul konuşmasında pek çok konu başlığına değindi ve neredeyse her bir konuda neye karşı olduğunu belirtti. ABD başkanı küresel yönetişime, IŞİD’e, Beşar Esad’a, İran’a ve İran’la yapılan nükleer anlaşmaya, “sözde” uzmanlara, kötü ticaret antlaşmalarına, Çin’e, BM İnsan Hakları Konseyi’ne ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne, OPEC’e, yasadışı göçe ve Göç için Küresel Sözleşme’ye, Venezuela’ya ve sosyalizme karşı bir duruş sergiliyor.[2] Bu listenin her bir başlığı ayrı değerlendirmeyi hak ediyor elbette. Öte yandan bu yazının başlangıcında alıntıladığım ifadelerde yer alan “küreselleşme ideolojisi”ne karşı olma durumunun, tüm bu başlıkları bir arada tutan temel unsur olduğunu düşünüyorum. Öyleyse başkanın konuşmasına bakarak soralım: Küreselleşme ideolojisi nedir ve Trump buna neden karşı çıkıyor? Trump’ın “küreselleşme ideolojisi” sözü ile kozmopolitan siyasal tahayyülü hedef aldığını düşünüyorum. İlerleyen satırlarda bu kanaatimi ayrıntılarıyla açıklamaya ve tartışmaya çalışacağım.
Konuyla ilgili birkaç satır okumuş biri, küreselleşme diye bir ideolojiden söz edilemeyeceğini bilir; küreselleşme bir tarihsel olgu (bu konuyu Transatlantik programında Gönül Tol gayet iyi şekilde açıklıyor[3]). Çeşitli bakış açılarından farklı biçimlerde tarif edilebilse de küreselleşme, ulus-devlet egemenliklerinin hızla zayıfladığı ve ticaretten insan haklarına, çok-uluslu korporasyonların güçlenmesinden küresel iklim değişikliğine uzanan bir çerçevede ulus-sonrası (post-national) kurumsallaşmalara ve siyasal mücadelelere olanak sağlayan bir sürece işaret ediyor. Küreselleşmenin daha önce bir “ideoloji” olarak tarif edilip edilmediğini sorduğumuzda ise karşımıza ilk olarak ünlü Marksist siyaset sosyoloğu Nicos Poulantzas çıkıyor. Poulantzas 1975’te (yani ortada henüz hararetli bir küreselleşme tartışması yokken) yayımladığı Çağdaş Kapitalizmde Sınıflar adlı kitabında “küreselleşme ideolojisi”ni çok-uluslu sermaye yapılarının tüm dünyada etkisini artırması sonucunda ulus-devletlerin toplumsal, sınıfsal ve siyasal yapısını değiştirmesinin somut bir aracı olarak tanımladı.[4] Küreselleşme tartışmalarının hararetli olduğu 2000’li yılların başında da Poulantzas’a referansla kullanılan “küreselleşme ideolojisi” terimiyle (nadir de olsa) karşılaşmak mümkün. Daha yakın dönemdeki bu tartışmalarda “küreselleşme ideolojisi” ABD’nin küresel hegemonyasına hizmet eden çok-uluslu sermaye ve korporasyonların ulus-devletlerin hakimiyet alanlarını daraltmasına yol açan neoliberalizm ile özdeş olarak sunuldu.[5] Donald Trump gibi bir dolar milyarderinin ne neoliberalizme karşı çıktığını söylemek mümkün, ne de ABD hegemonyasının sürdürülmesine. O halde “küreselleşme ideolojisi” tartışmalarının Trump tarafından yerinden edildiğini ve başkanın küreselleşme sürecinde ortaya çıkan başka bazı gelişmelere işaret ettiğini kabul edebiliriz.
Küreselleşme süreci bir yandan neoliberal ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel etkiler tarafından karakterize olurken diğer yandan da dünya meselelerine devlet sınırlarını aşan bir duyarlılık ile yaklaşan siyasal pozisyonların yeşermesine de olanak sağladı. Karşı-küreselleşme veya alter-küreselleşme olarak anılan ve Dünya Sosyal Forumu’ndan İşgal Et! eylemlerine kadar neoliberalizm karşıtı kurumsallaşma/müşterekleşme eğilimlerine kapı aralayan bu girişimler de pekâlâ küreselleşme sürecinin ürünleri. Dahası, insan haklarının tüm dünyada daha etkin biçimde korunması konusunda atılan çeşitli adımlar küreselleşme sürecinin yarattığı iletişim ve kurumsallaşma olanaklarının sair sonuçları olarak görülebilir. İşte Donald Trump’ın karşı çıktığı “küreselleşme ideolojisi” kendisini bu noktada açığa çıkarıyor. Trump “küreselleşme ideolojisi”ne karşı olduğunu ve “yurtseverlik öğretisini benimsediğini” açıklarken ABD’nin BM İnsan Hakları Konseyi’nden çekildiğinin ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yetkilerini tanımadığının altını çizdi. Bu tercihleri de “her ülkenin kendi güvenliğini korumak için önlem alma hakkına sahip olmasına” refersansla gerekçelendirdi. Küreselleşme sürecinin bir ürünü olarak ortaya çıkan ve Amerikan halkına hesap verme yükümlülüğü olmayan “küresel bürokrasinin” hakimiyetindeki Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin ABD üzerinde hiçbir yetkisinin olmadığını, çünkü bu kurumun temsilcilerinin ABD halkı tarafından seçilmediğini savundu. Dolayısıyla insan haklarının korunması için oluşturulan kurumsallaşma adımları, başkanın “küreselleşme ideolojisi” olarak adlandırdığı siyasal pozisyonun ilk bileşeni olarak okunabilir.
Trump’ın “küreselleşme ideolojisi”nin ikinci bileşeninin de göç olduğu söylenebilir. Yasadışı göçün suç örgütlerini ortaya çıkardığını ve bunun açık bir güvenlik tehdidi olduğunu savunan başkan, göçmen haklarının uluslararası kurallar yoluyla güçlendirilmesi amacıyla oluşturulan “Göç için Küresel Anlaşma”ya taraf olmayacaklarını kesin bir dille açıklarken aynı gerekçeyi öne çıkardı: Uluslararası kurumlar ABD halkı karşısında sorumlu olabilecek ve hesap verebilecek yapılar olarak görülemez, çünkü bu halk tarafından seçilmiyorlar. Aynı gerekçe ile Trump’ın karşı olduğu “küreselleşme ideolojisi”ni temsil eden üçüncü bileşen ise Dünya Ticaret Örgütü oldu. Örgütü, Çin’in haksız rekabet ile ürettiği malları ABD’ye “kakalamasının” (dump) bir aracı olmakla itham eden ve dünya ticaretini daha hakkaniyetli hale getirmek konusunda etkisiz ilan eden Trump, ülkesinin çıkarlarını başka ülkelere ve uluslararası yapılara karşı koruduğu için kimseden özür dilemeyeceğini söyledi. Belki de ilk kez bir ABD başkanı, kurulmasında ve işleyişinde ülkesinin büyük pay sahibi olduğu Dünya Ticaret Örgütü’nü karşısına aldı. Dolayısıyla ABD’nin hem insan hakları, hem göç, hem de ticaret alanında mağdur olduğu mesajı başkan tarafından tüm dünyaya duyuruldu ve bu mağduriyetin giderilmesi için her türlü meydan okumaya hazır olunması gerektiği ima edildi: “Bundan sonra suiistimallere göz yummayacağız. İşçilerimizin kurban edilmesine, şirketlerimizin kandırılmasına, varlıklarımızın yağmalanmasına ve aktarılmasına izin vermeyeceğiz. Amerika yurttaşlarını koruduğu için asla özür dilemeyecek.”
Trump’ın karşı çıktığı ve içeriğini tarif ettiği “küreselleşme ideolojisi” bu bileşenleriyle ne anlama geliyor? Özellikle küreselleşme süreci içindeki ulus-sonrası kurumsallaşmalara karşı çıkması bakımından başkanın en temelde kozmopolitanizmi hedef aldığını düşünüyorum. Kozmopolitanizm, her insanın insanlık ailesinin bir parçası olması nedeniyle ahlâki değere ve temel/vazgeçilemez haklara sahip olması gerektiği fikri üzerine kurulu bir siyasal düşünme hattı. Kavramın tarihi ise 2.500 yıllık bir zaman dilimine yayılıyor. Ulus-sonrası kurumsallaşma, kozmopolitanizm geleneğinin (hiç değilse) Immanuel Kant’tan bu yana küresel barışın ve adaletin sağlanması adına hayata geçirilmesini önerdiği bir eğilim. Kavramın çağımızdaki en önde gelen savunucularından Jürgen Habermas’a kulak veren (öte yandan tam olarak Habermas’a saplanmaktan kaçınan serbest tarzda) bir okuma yaparsak kozmopolitan siyasal pozisyonu şu temel bileşenler üzerinden tarif edebiliriz: yerel aidiyet biçimleriyle evrensel sorumluluk alanlarını uzlaştıran bir yurttaşlık kavrayışı ve herkesin insan haklarını garanti altına alması öngörülen ulus-üstü kurumlar. Dolayısıyla özellikle Soğuk Savaş sonrasında yükselişe geçen kozmopolitanizm tartışmalarının odak noktasında bir yandan iklim değişikliği, göçmen ve mülteci haklarının korunması, küresel adalet ve insan hakları bulunurken diğer yandan tüm bu evrensel sorun alanlarına getirilmesi öngörülen çözümler ile birlikte ulusal yurttaşlık anlayışlarının dönüşmesi ve ulus-üstü kurumların güçlenmesi yer alır. Bu özellikleriyle kozmopolitanizmin ortaya koyduğu kaygılar ile yeni aidiyet ve örgütlenme/kurumsallaşma biçimlerinin Trump’ın zihnindeki “ulusal egemenlik” ve “ulusal güvenlik” anlayışının tam aksi olduğundan şüphe etmek güç. Dolayısıyla BM konuşmasında “küreselleşme ideolojisi” olarak adlandırılan ve karşı çıkılanın kozmopolitan düşünme, ilişkilenme ve siyaset yapma biçimi olduğu kanısındayım.
Kozmopolitanizm, eşitlik ve haklar gibi evrensel olduğu kadar soyut ahlâki ve siyasal değerlerin üstünlüğüne yaslandığı; haklar ve kurumlar gibi soğuk tartışmalara odaklandığı için gerçek bir dayanışma bağı kuramamakla sık sık eleştirilir (bu konuya sınırlı da olsa değinen bir dizi yazıyı yine bu mecrada Orhan Koçak kaleme aldı ve kanımca kozmopolitanizmde eksikliği hissedilen dayanışma anlayışının enternasyonalizmde bulunabileceğini ima etti.[6] Bu tartışmanın sınırları, okuduğunuz yazının sınırlarını fazlasıyla aştığı için ayrıntılara girmek yersiz). Bu eleştirilerin bir ölçüde haklılık payı taşıdığına şüphe yok. Öte yandan tüm insanların ortak sorumluluk alanları olduğunu kabul etmekte, bu alanlarda anlamlı ve herkes için geçerli çözümler üretmeye çabalamakta, yerel aidiyetlerimizi evrensel ilkeler ve değerler ışığında sorgulamakta ve dönüştürmekte, tüm insanların temel ve vazgeçilmez hakları olduğunu savunmakta çekici olan bir taraf olduğu da açık. Tüm bu çekici bileşenlerin kozmopolitanizme milliyetçilik ve benzer yerel aidiyetlere odaklanan bakış açıları karşısında ahlâki bir üstünlük sağladığını düşünüyorum (burada ahlâkı, bir kişinin ya da grubun kendi hayatını ve eylemlerini düşünmesine/sorgulamasına dayalı, özcü olmayan bir değer yaratma süreci anlamıyla kullanıyorum). Kanımca Trump’ın selefi Barack Obama bu çekiciliğin ve ahlâki üstünlüğün farkındaydı ve (uygulamaya koyduğu politikaların çelişkilerine rağmen) hem ABD hem de dünya kamuoyuna bu doğrultuda mesajlar vermek konusunda gayet titiz bir tutum sergiledi. Obama’nın ABD ve dünya siyasetindeki etkisini silmeye ant içmiş gibi görünen Donald Trump ise bu ahlâki üstünlük iddiasının karşısına etkili bir araçla dikilmeyi seçiyor: popülizmin ahlâkçı dili.
Tüm dünyada hakları ve özgürlükleri biraz olsun dert eden herkesin son yıllardaki kâbusuna dönüşen popülizm, kozmopolitanizmin dayanışma vurgusundaki eksikliği gayet iyi tespit etmiş gibi görünüyor. Temsil etme iddiası taşıdıkları halkın kendilerinin sunduğu söylemsel düzlemde bütünleşmesini amaçlayan popülist liderler, ahlâki üstünlüğün kendileri tarafından belirlenmesini ve iyiler ile kötüler arasındaki ayrımın kendi durdukları noktadan yapılması gerektiğini savunuyorlar. Jan-Werner Müller’in enfes saptamasıyla söylersek, popülizm “siyasetin özgül bir ahlâkçı bakışla tasavvur edilmesine” dayanıyor.[7] Tek ve bütünleşmiş olan halkın çıkarları böylece popülist lider tarafından tanımlanabilir ve savunulabilir; “önem taşıyanlar” ile “hiçbir önemi olmayanlar” arasındaki ayrım siyasete yön verebilir hale geliyor. Trump tam da bu nedenle BM konuşması boyunca kendisini Amerikan ulusal egemenliğinin, güvenliğinin ve çıkarlarının tek temsilcisi olarak öne çıkarabilirken, bir yandan dünya siyasetindeki güç asimetrisini göz ardı edip diğer yandan karşı çıktığı uluslararası ve ulus-üstü aktörlere ilişkin ahlâki bir karalama kampanyası yürütebiliyor. Zira karşısına aldığı ve Amerikan halkı karşısında hesap verme yükümlülüğünden azade olduğunu inatla vurguladığı kozmopolitan elitlerin haklardan ve özgürlüklerden söz ederken bir ortaklaşma ve dayanışma zemini yaratmak konusunda eksik kaldığından gayet emin. ABD başkanı, buradan hareketle küreselleşmenin ideolojisi olan kozmopolitanizmin insan hakları ve ortak sorumluluk alanları konusundaki ısrarı karşısında popülizmin uluslararası politika tahayyülüne ilişkin açık bir mesaj ortaya koyuyor: Dünyadaki asimetrik güç ilişkilerinin bir önemi yoktur. Neoliberal kapitalizm ancak ve ancak sürmekte olan asimetrik güç ilişkilerine hizmet ettiği ölçüde kabul edilebilir; aksi takdirde ABD kendisini koruma hakkını kullanacaktır. İnsan haklarının korunması ulusal çıkarlar ve ulusal güvenlik ile sınırlı olmalıdır. Günümüzde içinde yaşadığımız koşullarda tüm bunları dünyanın gözünün içine bakarak vurgulamak tuhaf görünebilir elbette. Öte yandan bu siyasal pozisyonu savunarak Avrupa Birliği’ne savaş ilan eden ve “radikal sağ enternasyonal” projesini ülke ülke pazarlamaya soyunan Steve Bannon’ın gördüğü teveccühü göz ardı etmemek gerek.[8] Bu koşullar altında kozmopolitan siyasal tahayyülün sunduğu ufka bakmanın ve bu tahayyülü yeniden düşünmenin önemli olduğu kanısındayım.
Son olarak bir noktanın daha altını çizmek isterim. Donald Trump, kozmopolitan siyasal tahayyül karşısında dile getirdiği bu popülist argümanlara bir isim verdi: yurtseverlik (patriotism). Bu kavram da (diğer pek çokları gibi) geniş bir tartışmayı hak ediyor. Kaldı ki, siyaset bilimi ve siyaset teorisi literatürü bu tartışmalarla dolu. Fakat Trump’ın dile getirdiği biçimiyle yurtseverliğin gayet özcü biçimde tanımlandığını ve ulusal çıkarlar (dolayısıyla da ulusun tek ve bütün olduğu kabulü) tarafından belirlendiğini söylemek yanlış olmayacak. Başkan, konuşmasında tüm ulusların yurtsever olma hakkını tanıdıklarını ve kendi ulusal çıkarlarının peşinden gitme hakları olduğunu yüce gönüllü biçimde kabul etse de ABD’nin kendi çıkarlarına zarar verilmesi durumunda gerekli yanıtı vereceğinin altını çizmekten de geri durmadı. Dolayısıyla Trump’ın özcü yurtseverlik üzerine kurulu dünyasında çatışma kaçınılmaz görünüyor. Siyaset teorisinin kuzey yıldızı Hannah Arendt’ten ilham alan bir soruyla bitirelim: Kendi çıkarlarından bu kadar emin ve kendisini sorgulamayan, olduğu yerden öteye bir adım bile atmak istemeyen bir düşünceye yurtseverlik denebilir mi? (Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un 11 Kasım’da cumhuriyetçi bir siyasal tahayyül içinden yaptığı konuşma hem Trump’a bu konuda bir yanıt niteliği taşıyor, hem de yurtseverlik ile uluslararası işbirliği/dayanışma arasında dışlayıcı bir ilişki olmadığı vurgusunu barındırıyordu.[9])
[1] Konuşmanın tam metnine buradan ulaşılabilir: https://www.vox.com/2018/9/25/17901082/trump-un-2018-speech-full-text/
[2] Time dergisinin tüm bu başlıklara ilişkin ayrıntılı incelemesi için bkz. http://time.com/5406000/donald-trump-united-nations-speech-criticism/
[3] https://medyascope.tv/2018/09/26/transatlantik-rahip-brunson-krizi-bm-zirvesi-iranda-ahvaz-saldirisi-suriyeye-verilecek-s-300ler/
[4] Nicos Poulantzas, Classes in Contemporary Capitalism, çev. D. Fernbach, Londra: NLB, 1975, s. 49-50.
[5] Leo Panitch, “The New Imperial State,” New Left Review, No. 2, 2000, s. 5-21; Bob Jessop, “Globalization and the National State”, http://www.comp.lancs.ac.uk/sociology/papers/Jessop-Globalization-and-the-National-State.pdf (2000); Robert W. Cox, “A Perspective on Globalization”, Globalization: Critical Reflections, James H. Mittelman (der.), Boulder, CO: Lynne Rienner Publishers, 1996, s. 21-30.
[6] Koçak’ın beş yazılık “Kozmopolitanizm ve Enternasyonalizm” tartışmasının başlangıç noktası için bkz. http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8852/kozmopolitizm-ve-enternasyonalizm-i#.W9bCvuJ9jDc
[7] Jan-Werner Müller, Popülizm Nedir?, çev. Onur Yıldız, İstanbul, İletişim, 2017, s. 36 ve devamı.
[8] https://www.theguardian.com/world/2018/nov/21/steve-bannon-i-want-to-drive-a-stake-through-the-brussels-vampire-populist-europe
[9] Bu yazıda sözünü ettiğim ana noktalarla tam olarak ilişkili olmamakla birlikte, Ahmet İnsel’in Macron’un konuşmasına odaklanan bir değerlendirmesi yine bu mecrada yayımlandı. http://www.birikimdergisi.com/haftalik/9213/milliyetcilik-yurtseverlige-ihanet-midir#.W_cTBuJ9jDc