Konya’da yapay zekâ olduğu iddia edilen robot görünümlü cihaz arıza yaparak yüz üstü yere düşer. Ardından yapay zekânın koluna giren iki kişi kendisini dışarı çıkarır. Bu olayın özellikle Konya’da cereyan etmesi, iktidarın bir arızası gibi de anlaşılmasına imkân verir. Ama bu sırada zafiyet gösteren sadece bir cihaz değil, biraz da teknolojiyle ilişkimizdir. Yani sadece Konyalı girişimcilerin değil, onu kınayanların da zihinlerindeki teknoloji ve onunla ilgili altbaşlıklardaki yanlış anlamalar bu sırada ortaya çıkar.
Tecrübelerime göre, teknoloji üreten ülkelerde, teknolojik konulara teknoloji havarisi gibi yaklaşılmaz. Kendi adıma Almanya ve Fransa’da yıllar içerisinde bunu fark etme imkânına kavuştum. Örneğin Özgür Demirtaş gibi bir şahsiyetin Almanya’da bu kadar izleyicisi olmaz sanırım. Almanya’ya uzun sürecek bir mühendislik görevi için yerleştiğimde, çok geçmeden internet başvurusu yaptım. Türkiye’de birkaç dakikalık bu işlemin yaklaşık yirmi günde tamamlanacağını söylediler. Bunun nedenleri üzerine düşününce şu sonuçlara vardım: Çalışma saatlerinin belirli olması, böyle hassas bir konuyu ikincil şahsiyetlere veya altyüklenicilere terk etmek konusunda devletin çekingen olması, kurumlar ağının ve denetimin sıkı olması, interneti bağlayacak memurun yüksek maaşla çalışmasından kendine ihtimam göstermesi, memurun kendi mesai ve randevu düzenine sadakat göstermesi, kurumsal yapının gelenekleri. Nedeni her ne ise tam bilemesem de, yaklaşık on gün kadar sonra internet haneden içeri girdi. Ama hemen ardından açılan modemin yaklaşık dört yıl sonra fişi çekildi. Çünkü o arada internetle birlikte elektrik de kesilmedi. Taşınırken yerinden çıkardığım, içerisi katmanlaşmış tozlar, sinekler ve başka böcek ölüleriyle dolu modem de arıza yapmamıştı.
Ülkemizdeki teknoloji havarisi tavır başka şekillerde de anlaşılabilir. En yeni, en hızlı, en çok fonksiyonlu olanın teknolojik kıymet kazandığı bir düşünce ikliminde, arabalar, telefonlar, beyaz eşyalar ve başkaca cihazlar hızlıca terk edilir. Örneğin esnaf yazılı tabelalar yerine ledli tabelalar kullanmaya başlayabilir. Zihinleri dumura uğratan, bilimkurgu kent manzarasında olduğu gibi, ışıklı, resimli, yazılı tabelalar muhtemelen kent hayatında görüntü kirliliğine neden olduğundan Almanya’da pek fazla ilgi görmez. Ama oradaki dönercilerin yine bu elektronik tabelaları kullanabilmelerinden, yasak olmadığı anlaşılır. Esnafın kendi tabelasını plastik bir zevkin yansısı gibi kavraması da bu tür girişimlerin önüne geçiyor olabilir. Bu noksanlık, esnaflığın da müstesna bir meslek olduğu fikrinden, sadece para kazanmanın yanında bazı başka konulara da gösterilen bir ihtimamdan olabilir.
Ancak ülkemizdeki bu ışıklı ve muhtemelen daha az okunaklı tabelalara bakıldığında hepsindeki arızayı fark etmek mümkündür. Ölü pikseller gün geçtikçe orada akan yazıyı okumayı imkânsız kılar. Bazen o kadar çok piksel ölür ki, tabela mors alfabesiyle yazılmış gibi olur. İklim koşullarına dayanıksız şekilde üretilen ledli sistemler, garanti süresi tamamlandıktan birkaç gün sonra arıza yapmaya başlar. İçerisine yağmur sızar, güneş kavurur, rüzgâr altında titreşir. Teknolojiyle, yurdum insanı görsellerindeki gibi bir ilişki onun kısa zamanda arıza yapmasına neden olur.
Fransa şu aralar muazzam bir arıza içerisinde olsa da, Almanya’da teknolojik olsun, teknik, yönetsel olsun çok az tertibat arıza yapar. Diğer yandan kusursuz işleyen düzenekleri kutsamak da başka boyutta bir teknoloji havariliği sayılmalıdır. Almanya’da sistemlerin arıza yapmaması olgusu her boyutta tecrübe edilir; eğitim sistemi ve onun atölyesinden geçen çocuklar da çok az arıza yaparlar sözgelimi. Tamamen sezgisel bir istatistik vermek gerekirse, Türkiye’de doğru meslekle buluşma oranı %20 ise Almanya’da bu oran %50 civarında olabilir. Orada eğitim sistemi doğru insanla doğru mesleği buluşturunca tekrar başa döner; üç yaşında devşirdiği yurttaşın, üniversite yıllarına kadar arıza yapmasın diye bakımını, idamesini, gözetim ve denetimini yapar. Hiçbir katmanda ölü pikseller ortaya çıkmasın diye, Foucault’nun görkemli bir tasvirini sunduğu iki bağdaşık makine, yönetsel ve biyo-siyasal makine etkili bir şekilde çalışır. Böyle bir yerde sanal zekâ yüz üstü devrilmez. Boston Dynamics’in robotları gibi tekme atsanız da, çelme taksanız da zorlukla düşer.
Konya’da arıza yapan sözde sanal zekâyı kınamak, iki türden kusurla malul gibidir. Öncelikle sanal bir makinenin arıza yapması uzun vadede herkesin hayrına olabilir. Yurttaşın serbestlik alanını genişletir. Sanal makinesi devrilen bir devlet, yurttaşlarını dilediği gibi şekle sokamaz; ona soluk alabileceği boşluklar bırakır. Yurttaşlar bu boşlukları kendi hileleri, gündelik çıkarları için sadece kullanmaz ise, orada özgürlük alanları biçimlenebilir. Devletsiz alanlar açığa çıkabilir. Çünkü devletin yurttaşın yaşamına dahil olduğu sanal zekâ orada karnı üzerinde uyur. Yurttaşın etrafındaki denetim sistemlerinde ne kadar fazla ölü piksel varsa, oradaki serbestlik alanı da o kadar genişler. Bu serbest alanda bireysel irade ve ifadeye yer açılır. Nasıl parsellendiğine, doldurulduğuna göre, özgürlük ya da devletinkini aratacak şiddette esaret biçimleri de ortaya çıkabilir. Çünkü yerel devletin sanal zekâsının boşalttığı yeri, daha kapalı “yerel güçler” ya da çok geniş ufuklu “dış güçler” adlı iki farklı fantezi topluluğu doldurmaya başlayabilir.
Konya’da yere kapaklanan budala tertibatı kınamanın belirtisi olduğu ikinci hata ise sanal zekâya dair temel bir bilgi noksanlığıdır. Yapay zekâ öyle cisimleşmiş, robot bünyesinde ortaya çıkan bir varlık değildir. Robot onun küçük bir faili olabilir. Öncelikle gerçek bir yapay zekâ, bazı bilimkurgu filmlerde olduğu gibi, muhtemel tüm diğer zekâları temellendirir. Arıza yaptığında sistemin metabolizması bozulur. Örneğin yirmi yıl Fenerbahçe’yi yöneten Aziz Yıldırım’ın kulüp içerisinde yarattığı sanal zekâ geri çekilince takım, çok daha iyi bir aday görünümündeki, post-hakikat manzarasına sığınarak sosyalist söylemleri telaffuz edebilen Ali Koç gibi bir başka başkana rağmen yüz üstü kapaklanır. Çünkü yıllar içerisinde bir çeşit üst akıl kuran eski başkan ve onun işletim ağı tüm takımın bünyesine nüfuz eder. Fenerbahçe, Aziz Yıldırım zamanında da sık sık arıza yapsa da, onun yarattığı iyi ya da kötü zekâ geri çekilince takım tamamen dumura uğrar.
İçerisinde yer aldığı ülke gibi arızalarıyla öne çıkan bir kulüp yerine, teknoloji havarilerinin gözde örneği olan Google’ı örnek vermek daha doğru olabilir. Arıza yapmayan bir işletme modelinin ardında, Foucault ve Deleuze’ün hemfikir oldukları şekilde, sanal makineler bulunurlar. Ama Google’ın yapay zekâsının çok karmaşık algoritmalara yaslandığını düşünmüyorum. Örneğin Google Maps adlı uygulama üzerine düşünelim. Sabah yola çıkarken işyerinize muhtemel güzergâhları çizen bu faydalı uygulama muazzam bir yapay zekâ örneğidir. Kendi kullanıcılarına kısa aralıklarla basit bir soru sorar: “Şu anda neredesin?” Kullanıcısı yerine ceptelefonu bu soruya düzenli olarak cevap verir. Böylece muhtemel rota üzerindeki diğer sürücülerden aldığı tüm cevapları toplayarak sürücüye en asude yolu çizer. Ya da Facebook en çok kiminle alışveriş halinde olduğunu izler ve kullanıcısını en sevdiği insanlara bağlar. Bu insancıl niyetlerin işlendiği, hesaplandığı ağlar üzerinde başka niyetler de hareket edebilir. WhatsApp üzerine sözgelimi görkemli bir istihbarat örgütü yerleşebilir. Kullanıcısından para almayan faydalı herhangi bir uygulama bunu pekâlâ yapabilir.
Sanal zekâ bir robot bünyesinde çalışan münferit bir makine değildir. Kullanıcısını da içerisine dahil eder. Büyük veri analizlerini sınıflandırır ve her kullanıcısını buna uygun şekillendirir, bir algı yönetiminin öznesi ve nesnesi yapar. Örneğin fark ettirmeden herkesi neoliberal bir özneye ve onun dünya tasavvuruna yaklaştırır. Bunu yaparken de çok faydalı fiiller içerisine girer. Trafikte rahat ilerlemek isteyen bir yurttaşı kendi devrelerine katar. O da algoritmanın parçası olur. Yani sanal zekâdan şikâyetlenen bir kimse, aynı anda onun içinde çalışmaya razı olur. Üstelik onunla yaşamaya o kadar alışır ki, sanal zekâ arıza yapsa o da yere kapaklanır muhtemelen.