İşsizlik, hayat pahalılığı, gelir dağılımındaki dengesizlikler, yoksulluk, siyasal ve toplumsal baskılar, yabancı düşmanlığı-ırkçılık, Kuzey-Güney uçurumu, bölgesel savaş ve çatışmalar, toplumsal ve bireysel silahlanma yarışı, cinsel eşitsizlik, kadın cinayetleri gibi bazı sorunlar sanki zamandan ve mekândan bağımsız bir hale geldiler ve bu sorunların akılcı bir şekilde çözülebileceğine ilişkin umutlar giderek yok oluyor. Günlük hayatlarımızda akıntıda kaybolmamak için çabalarken hiçbir şeyin değişmediğini görmek, her sabah yeni bir dünyaya değil, her sabah aynı dünyaya uyanmak yalnızca belâgat ile aşılması zor bir kötümserliğin giderek kök salmasına yol açıyor.
Bir yandan da alttan alta bir şeylerin değiştiğini hissediyoruz. Düalist bir dünya kavramı artık çoğumuza yabancı gelmiyor. Bildiğimiz dünyanın yanında bir de “sanal dünya”nın var olduğunun farkındayız, birileri bu sanal dünyada ABD seçimlerine müdahale etmişler, “Facebook” verilerini kullanarak seçmen tercihlerini yönlendirmişler, İngiltere’nin AB’den çıkış referandumunun sonuçlarını da her nasılsa uzaktan kumanda ile etkilemişler, ortalıkta “drone”lar uçuşuyor, elektronik oy verme sistemlerinin güvenilirliği yerlerde sürünüyor (ki bu John Kerry’nin 2004 ABD Başkanlık seçimindeki yenilgisinden bu yana tartışılan bir konu…), hatta siz John Adams’a oy verdiğinizi sanırken aslında Boris Yeltsin’i seçmiş olduğunuzu iddia edenler bile var. Wikileaks ve benzeri kanallardan o kadar çok skandal dosyası ortalığa döküldü ki hepsini hakkını vererek okumaya bir insanın ömrü yetmez.
Neredeyse her ay bir “Pentagon Papers” yayımlanıyor ama çapraz bulmacalar daha çok ilgi çekiyor sanki. Biz Google üzerinden “Candy Crush” oynayıp şeker baloncuklarını patlatmakla zaman öldürürken “dark web” denen bir yerlerde her türlü yasadışı mal ve hizmet ticaretinin boyutlarının milyarlarca dolara vardığı anlatılıyor. Kısacası ayağımızın altındaki toprak yavaş yavaş kayıyor ya da birileri bir yerlerde derin bir çukur kazıyor olabilirler.
Teknopolis, gerçek (olduğunu varsaydığımız) dünya ile sanal dünya arasındaki etkileşimi, birinin diğerini nasıl şekillendirdiğini ve bu etkileşimin tarihsel arka planını anlatan çok-boyutlu bir yapıt. Mustafa Arslantunalı’nın gerçekten saygıdeğer birikimini yansıtan bu kitabın kolayca ayrışan, belirgin bir “leitmotiv”i yok, belki de “leitmotiv”i karşı karşıya olduğumuz muazzam belirsizlik. Talking Heads’in o unutulmaz şarkılarında söyledikleri gibi, “hiçbir yere çıkmayan bir yoldayız” ama bu kez (daha önce) nerede olduğumuzu bilmediğimiz gibi, nereye gittiğimizi de, ne bildiğimizi de bilmiyoruz ve “ne gördüğümüzü de söyleyemeyiz”… Ya da rahmetli Cem Karaca’nın şarkısındaki veciz ifadeyle: “Bindik bir alâmete, gidiyoz kıyamete”…
Teknopolis gibi çok-boyutlu bir yapıtın değerlendirmesini bir dergi yazısının sınırlarına hapsetmek kanımca mümkün değil. Okumayı bitirdiğimde aklıma ilk gelen: “Bir hızlı trenin üzerimize gelmekte olduğunu bilerek rayların üzerinde beklemekte ne kadar ısrarcı olabiliriz?” sorusuydu. Diğer sorulara da kısaca değinmek istiyorum: Gerçeklik algımızın temel dayanağı görme yeteneğimiz/gördüklerimizdir. Görmek inanmaktır. / Kendi gözlerimle gördüm. / Görmeden inanmam. / Görsem de inanmam…
Ancak gerçeklik ile gördüklerimiz/bize gösterilenler arasında giderek yükselen ve kalınlaşan bir duvar inşa edildiğini hissetmemek mümkün değil. Bilişim teknolojisindeki gelişmeler bu duvarın inşasını kolaylaştırıyor ve hızlandırıyor. Herhangi bir kişinin fotoğraf ve görüntülerini kullanarak o kişinin yüzünü bilgisayarda canlandıran, ve bilgisayarla yaratılan bu yüzü farklı olay ve senaryolara entegre eden “deepfake” videolar artık çocuk oyuncağı haline gelmiş ve internette dolaşan bu tür videoların sayısı her geçen gün hızla artıyor.
Araştırmalara göre “deepfake” videoların şimdilik en yaygın kullanımı, kadın yüzlerinin pornografik videolara entegre edilmesi. Bu videolarda bilgisayarda yaratılan imajları kullanılan kadınların çoğunun olaydan haberi yok ya da ancak videolar internette dolaşıma girince haberleri oluyor. Videoların önemli bir bölümü de eski eşler ya da sevgililer tarafından intikam amaçlı üretiliyor. BBC’de yayımlanan bir habere göre, bu hizmeti veren çok sayıda internet sitesi türemiş, herhangi bir kişinin “deepfake” videosunu üretmek için veri girdisi olarak 250 fotoğraf ya da benzeri imaj ve iki günlük işlem süresi yeterli oluyormuş. Üstelik teknoloji geliştikçe aynı işi giderek daha az fotoğraf ve daha kısa işlem süreleriyle gerçekleştirmek mümkün olabilecekmiş. Bu teknolojinin özellikle siyasal amaçlarla kullanımı halinde ne ölçüde yıkıcı sonuçlar yaratabileceğini öngörmek zor olmasa gerek. Üç-dört “deepfake” video ile bir toplumsal çatışmayı tetiklemek en azından kuramsal olarak mümkün hale geliyor. Yazılı ve görsel basında müesses nizamın asli unsuru haline gelmiş editöryel çarpıtmalar, sanal dünyadaki troll operasyonları, Teknopolis’te de önemi vurgulanan (s. 147) “Cambridge Analytica” olayında kullanılanlara benzer daha incelikli yöntemlerle toplumsal ve bireysel gerçeklik algımız sarsılıyor ve zedeleniyor. Tartışmalı herhangi bir konudaki bir “tweet” zincirini ya da internetteki haber sitelerinin herhangi birindeki okuyucu/izleyici yorumlarını izlemek bile gerçekliğin nasıl bir şiddetle eğilip büküldüğünü, gerçeklik algımızın nasıl bir şizofrenik parçalanma sürecine maruz bırakıldığını anlamaya yeterli olacaktır. Mustafa Arslantunalı’nın (herhalde dayanamayıp) sorduğu gibi: “Peki, ya hakikatler pek kimsenin umurunda değilse?” (s. 149)
Bir diğer soru fütürist, ekonomist, kapitalist, pragmatist, hemen herkesin hayatımıza daha fazla nüfuz edeceği konusunda görüş birliği içerisinde olduğu “yapay zekâ” ile ilgili. Yapay zekâ, kısa ya da orta vadede devletlerin işlevleri açısından “insansızlaşması” sonucunu doğurabilir mi? (“İnsanlı halinin ne faydasını görmüştük ki?” ya da “Belediye ihalelerine nasıl bir formül bulunur?” gibi sorular şimdilik bekleyebilir.) Platon’dan bu yana siyasal düşüncenin temel sorunlarından birisi devlet yönetiminde akılcılığa/akılcı çözümlemelere yer açabilmek olmuştur, uygulamada çoğu zaman bunun tersi gerçekleşmiş olsa da. Yapay zekânın Platon’un Yöneticileri/Koruyucuları için tasarladıklarına benzer işlevler üstlendiği bir dünya çok uzakta olmayabilir mi? Bu noktada Teknopolis’te yer alan bir uyarıya kulak vermekte yarar var: “Kanseri yok etmekle görevlendirilmiş bir ‘üstün YZ’nın çözümlerinden biri, bütün insanları yok etmek olabilir. Süper zekâdan çok süper bir aptallık gibi görünüyor, değil mi? Ama hayat memat meseleleri dediğimiz şeylerden bihaber, hedefine kitlenmiş bir sistem için sadece o basit hedeftir önemli olan. (Böyle insanlar da var. Yok mu?) O hedefin gerçekleşmesi uğruna insanlık bir optimizasyon operasyonuna kurban gidebilir” (s. 284). Kuşkusuz buna rağmen nükleer silahları kullanma yetkisi Donald Trump ya da Boris Johnson’a verilebiliyorsa yapay zekâya da verilebilir diye düşünenler olacaktır.
İlgisiz görünebilir ama Umberto Eco’nun “yenisavaş/neowar” konusunda söyledikleri geldi aklıma: “Yenisavaşın karakteristikleri nelerdir? Düşmanın kimliği belirsizdir. Bütün Iraklılar düşman mıydı? Bütün Sırplar? Yok edilmesi gereken? Savaşın bir cephesi yoktur. Tam da çokuluslu kapitalizmin doğası nedeniyle yenisavaşın bir cephesi olamaz”.[1]
Bu “devletlerin işlevsel olarak insansızlaşması” potansiyelinin bir de ekonomik boyutu var düşünülmesi gereken. Modern toplumların bir çoğunda devlet ya en büyük işveren ya da en büyük işverenlerden biri.
Bu arada küçük bir not:
“Tesla Motors ve SpaceX şirketlerinin kurucusu Güney Afrikalı iş insanı Elon Musk, NeuraLink adlı yeni bir şirket kurduğunu ve insan beynini bilgisayar arayüzlerine bağlayacak teknolojiler üzerinde çalıştıklarını açıkladı. Musk, ABD'de insanlar üzerinde deneylere başlayabilmek için düzenleyici kuruluşlara başvuruda bulunduğunu söylüyor. Musk, maymunlar üzerinde yapılan çalışmalar sonucunda bilgisayarların beyin gücüyle kontrol edilmesini başardıklarını belirtti. NeuraLink, özellikle felçli hastalar için teknolojik çözümler geliştirmeyi hedefliyor. Musk ise nihai amacın ‘insanüstü bilinç’ olduğunu vurguluyor”.
Gerçi Elon Musk’ın iş modeli, “proje üretmeye” odaklı, projelerin sonuçlandırılması temel önceliği değil. Bugüne kadar yapacağını söylediği bazı şeyleri gerçekleştiremedi. Ortalama insan açısından “fantastik” görünen projelerle bir heyecan dalgası yaratarak yatırımcıların ilgisini çekmeye odaklanan bir modelle çalışıyor. Ama bir düşünmekte fayda var, ya bu kez dediğini yaparsa? Nihai hedef “insanların yapay zekâ ile bütünleşmesi”… (Ya yapay zekâ insanlarla bütünleşmek istemezse?)
Yoksa Talking Heads’i mi dinlesek: “Cennete giden yoldayız. İşte gidiyoruz, işte gidiyoruz…”
Dağınık bir zihnin iyice dağıldıktan sonra hatırlayabildikleri şimdilik bu kadar.