Sabah işe nasıl gidiyorsunuz? Akşam eve nasıl dönüyorsunuz? Peki nereden nereye? En son ne zaman yaptığınız bir yolculuğunuzun hikâyesini hatırlıyorsunuz? Vagonların arkasından koşan çocuklar, tepelere doğru yapraklarının rengi değişen ağaçlar, vapurun arkadan çıkardığı beyaz dalga köpürmesi, rüzgârda eteği uçuşan kadının mahcubiyeti, geçtiğimiz yerden el sallayan yabancılar…
Bir yere nasıl gittiğimizi hatırlamazken nereden nereye gittiğimizi önemser hale geldik.
Üç Maymun, Nuri Bilge Ceylan’ın 2008 yapımı filmi. Üniversiteyi kazanamamış, ruh hali sıkıntılı İsmail’in cezaevinde yatan babasını ziyarete gitmek için bindiği banliyö treninde, kafasını camdan çıkararak rüzgârda süzülüşü, trenin sesi ve yeşil bir atmosferin kokusuyla hemhal olarak rahatlama hali, kasvetli halde süren filmin nadir ferahlatıcı planlarından biridir. Evet, iyi bir mekân, terapidir. Tıpkı iyi bir ilişkinin de terapi olduğu gibi. Çünkü insan gibi, mekânı da duyularımızla algılarız. Beğeni geliştirmemiz için estetik algımıza hitap etmesi gerekir. Yani estetik kelimesinin anlamı olan, güzel duyu uyandırması. Ama görüntüsüyle ama sesiyle ama kokusuyla ya da bunların çoğuyla… Bedensel görünüşlerinin, görece birinin diğerinden güzellik algımıza göre daha iyi olduğunu düşündüğümüz çiftler için kullanılan “bu tipe nasıl bakar?” sorusunun hamlığı da bundandır. İnsan sadece insanın görüntüsüne kapılmaz. Belki sesine belki kokusuna belki tenine… Belki de İlhan Berk’in, “bir insan isterse, size sesiyle sarılabilir” dizesi bu mevzuya denk düşüyor. Estetiğin bedenden beklentisi neyse mekândan beklentisi de odur.
Son yıllarda yükselen binalar, gözümüze batan fallik kulelerden ya da nefesimizden alıkoyan yeşil alanlardan ibaret kalmadı. Birkaç katlı binalarda yaşayan onlarca insan yerine, onlarca katlı binalarda yaşayan yüzlerce insan olduk. Kalabalıklaştık. Daha çok araba, daha çok trafik ürettik.
Thierry Paquot, Şehirsel Bedenler kitabında, 17. yüzyıl Fransızcasındaki “transport (ulaşım)” kelimesinin ‘‘kımıldatmak, tahrik etmek’’ fiilinden gelme “heyecanı” çağrıştırdığını yazar. Modern yaşamın mekanikliğinde ise, yer kapma rekabeti, camda yansıyan görüntümüz ve yaşlılarla göz göze gelmeme mizanseninden başka heyecan üretemeden sadece ulaşmaya ulaşırız.
Gün içinde ulaşım, uyanıkken görülen kâbus halini aldı. Haliyle hızın esas alındığı modern yaşamda da buna göre mekanik çözümler üretiliyor. İstanbul'un çoğu yerinde “her yerde metro her yere metro” ya da “iki kıta dört dakika” afişleri görüyoruz. Yerden yükselmenin getirdiği sorunların çözümü için yerin bir de dibine giriyoruz. Ve bitmesi için gün saydığımız bu projelerin açılışları, devlet erkânı teşrifiyle gerçekleşiyor. Bu törenlerde semtlerin tünellerle bağlanması, kavuşması güç âşıkların buluşmalarına benzetiliyor. Çoğumuz vapurla karşıya geçmek ya da yerin üstünde yolculuk yapmak istesek de, zamanın tasarrufu, santimlik hesaplanmış yaşantılarımız, köstebek gibi yer altında yolculuğu çoğu zaman zorunlu alternatif kılıyor. Metro yolculuklarını karanlık bir ortamda, mekânı algılayacağımız duyularımızın kısıtlanmış bir bölümünü kullanarak yapıyoruz. Yani neredeyse kötürüm. Sabit bir karanlık görüntüden, her durakta standart olarak yapılan sabit bir anons sesinden ibaret. Duyularımızı (tercihen) kullanamamanın doğal olarak ürettiği gerginlik bizlerin ruh haline sirayet ediyor.
İstanbul; vapur, boğaz, martı, tarihî yarımada görselleriyle imgelense de hızın önemsendiği gündelik yaşamda vapur ulaşımının, cazibesini yitirmekte olduğunu, daha çok tatil günleri yapılan turistik aktivite haline geldiğini milyonlarca yolcu taşıdığı yazılan raylı ulaşım reklamlarından anlıyoruz. Vapur yolcuğunu İstanbul’da yaşama sebebi olarak görenlerin olduğu bilinir.
Şehir, caddeleri, reklam panoları, lokantaları, rıhtımı, ibadet yerleri, çarşısı, ezan sesi, insan gürültüsü ve daha nicesiyle, potansiyel bir metindir. Gezerek, gözlemleyerek okuruz. Tarihî yarımadanın doğası ve mimarisi, Kadıköy'ün kalabalığı ve salaş insanları, Üsküdar'ın Boğaz'a bakan sahili ve camileri, Fatih’in mütedeyyin şekilli insanları, Sirkeci'nin piyasa telaşı, Zeytinburnu'nun Orta Asya kasabası hali İstanbul’un en okunaklı metinlerinden bazılarıdır. Ulaşım biçimimiz bu okumadan günbegün uzaklaştırıyor bizi. Örneğin, E-5 kenarında kullanılan dikey peyzaj elemanlarıyla âdeta geri kalan “çarpık” kentleşmenin görüntüsü kamufle ediliyor. Bu dekordan ve caddeden ibaret kalıyoruz. Gerçi metrobüs her nereden geçerse geçsin, içindeki yolcunun manzarası, kalabalıktan dolayı, diğer insanların çeşitli uzuvları oluyor. Filmin sahnesinde geçen banliyö hattı birkaç yıldır atıl durumda. Yenisi yapılınca camları açılmayan son teknolojik araçlar bu hatta hizmet verecek.
Yerin altından, karanlığın sabit ortamında, ineceğimiz yere kadar transit geçtiğimiz semtleri, abaküs misali, tabeladaki ışığının yanmasıyla ve sırası gelince anonsuyla fark ederiz. Ulaşırken askıya aldığımız için kaybettiğimiz çoğu şey pahasına…