Sokak Hayvanlarının Trajedisi

15 yıl hayatı paylaştığımız, dilediğinde “sokak”ta dilediğinde evde yaşama şansı olmuş Yayık’ın anısına…

 

Özel günler, bir soruna dikkat çekmek, farkındalık oluşturmak için belirlendiği gibi, tüketimi teşvik amacı da güdebilir; “Sevgililer Günü” gibi.

Sokak Hayvanları Günü (4 Nisan) ilk kategoriye giriyor. 2010 yılında, Hollanda’daki sokak hayvanı vakıflarının girişimiyle ilan edilen bu özel gün, soruna bir gün dahi olsa dikkat çekmeyi amaçlıyor.

Öyle böyle değil, sokak hayvanlarının dünyada 600 milyon, Türkiye’de ise 10 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Tahmin çünkü, ne kayıtları var ne kimlikleri. Yaşamları kısa, aç, susuz, çöplerin içinde her tür şiddete maruz kalarak, zor koşullarda yaşıyor ve ölüyorlar, arkası kesilmiyor, yerlerini yenileri alıyor.[1]

“Sorun”un elbette aşağı yukarı tüm sorunlarda olduğu gibi, ayrışan taraflarca ortak bir tarifi yapılamıyor.

Sokak Hayvanı Kimdir?

Sokak hayvanı dendiğinde kedi ve köpekler akla geliyor. Bunun dışındaki türler sokakta yaşamaya çalışıyor olsa bile, bu kategoriye sokulmuyor. Örneğin varoşlarda yollarda beslenen tavuklar, hatta inekler bu kapsamda değiller. Çünkü sahipleri var!

Yine sokak hayvanı tabiri, kentlerin sokaklarında yaşamaya çalışan kedi-köpekler için kullanılıyor. Köylerde yaşayanlar için geçerli değil bu. Ancak kentlerde binaların çatılarında yaşamaya çalışan martı, karga ve diğer kuşlar da bu kategoriye sokulmuyor. Sürekli yok edilmeye çalışılan fareler de bu tabir içinde değil.[2]

Bunlardan hareketle, sokak hayvanını tarif etmeye çalışalım. Öncelikle insan-hayvan ilişkisinin temelinde yatan faydadan hareket etmemiz gerekiyor. Evcilleştirme bu faydanın düzenli kılınmasını sağlıyor. Avlanılan yabani hayvanlar için bu geçerli değil. Çünkü her istediğinde elinin altında olamıyor. Evcilleştirmede esas, etinden, sütünden faydalanabilmek.

Kediler ve köpekler ise, bekçilik, fare ve benzeri türlere karşı koruma amaçlı evcilleştirilip istihdam edilmişler.

Yani kurulan bu insan-hayvan ilişkisi bir mülkiyet, bir köleleştirme ilişkisi ile başlıyor. Sağladığı faydanın maliyeti artan hayvanlar ise zaman içinde yok oluyor; atlar gibi. Kedi ve köpeklerin de zaman içerisinde kentleşme ile faydaları ortadan kalktı.

Ancak eski kent dokusu içinde doğrudan fayda-mülkiyet üzerinden açıklayamayacağımız kedi ve köpekler yaşamlarını sürdürmeye epey süre devam edebilmişler. Şehrin semtlerinde, mahallelerinde insanlarla birlikte yaşamışlar ve bundan ötürü pek rahatsız olunmamış. Ta ki, modernleşme sürecinde birilerinin bu durumu “sorun” olarak tarif etmeye başlaması, sorunun nasıl çözüleceği tartışmalarına da milat olmuş. İşte “sokak hayvanı” tabirinin icadı da bu sürecin sonucu. Malum, İttihat ve Terakki iktidarı, sorun olarak gördüğü her şeyi çözme metodundaki gibi, 1910 Hayırsızada Soykırımı ile İstanbul’un on binlerce köpeğini katlederek sorunu çözeceğini düşündü.

Modernleşme ve kentleşme süreci, birçok hayvan türünün yaşam alanını yok etti. Kentlerin genişlemesi, yaban hayatının işgaline dayandığından, kent çeperlerinde yaşayan birçok canlı türü, betonlaştırma ile birlikte kent genişledikçe ortadan kalktı. 1960’ların Anadolu yakası sahillerinde foklar görülebiliyor mesela.[3]

Teknoloji de bu süreçte hayvan emeğini maliyetli ve gereksiz hale getirdi. Elli yıl öncesinin İstanbul’unda atlı araba taşımacılığı yapıldığını hatırlayalım.

Peki, bu süreçte, tüm bu canlı türleri yok olup giderken, kedi ve köpek nüfusu nasıl arttı? Üstelik, sürekli zehirlemelere rağmen. Hatta belediyelerin 3-5 liraya çocuklara kedi-köpek toplattırdığını hatırlayalım, çok eskiye dönmeden.

Bunda kedi, köpek sahibi olma talebine bakmak gerekiyor. Kentleşme ile birlikte kedi ve köpek ile kurulan fayda ilişkisi de değişti. Bekçilik, ambar koruyuculuğu yerine, statü sembolü, kalbe, tansiyona, şekere iyi gelen, yalnızlığı gideren, evin eğlencesi pet ihtiyacı yaratıldı… İnsan nüfusu ve refah seviyesi arttıkça, pet sayısı giderek arttı. Ve büyük bir sektör doğdu, mamalar, tuvalet kumları, aksesuarlar; her eve her ihtiyaca göre üretilmiş köpek “cins”leri; ilaçlar, veterinerler, eğitmenler, belediyelerin övünerek duyurduğu yüz binlerce kısırlaştırma ameliyatları…

Moda büyük bir hızla yayıldı. Eski Yeşilçam filmlerinin mizah konusu zenginlerin sosyetik “süs köpekleri” zamanla küçük burjuvazinin otomobil kadar statü sembolü haline geldi. Rol modelleri, magazin sayfalarında petleri ile boy gösterir oldular. Gelgelelim, bir canlı türüyle birlikte yaşamak başka, eşya gibi görüp bir müddet sonra sıkılıp atmak başka… Haliyle pet sayısı ile orantılı tüketilip, kullanılıp atılan kedi-köpek sayısı da arttı.

Kentler büyük bir hızla değişmeye devam etti ve ediyor. Her yeni kent tasarımı ise insan ve tüketim merkezli yapıldığından eski kent dokusunda olduğu gibi hayvanların buna ayak uydurması mümkün değil. Değişen kentler onların hayatlarını sürdürebilecekleri alanlar olmaktan çıktı. Otomobiller, trafik vs. Tabii kentlerin değişimi eşzamanlı olmuyor, eski kent dokusu kimi yerlerde varlığını sürdürüyor, zaten, daha “iyi niyetli” pet sahipleri kedi ve köpeklerini götürüp oralara terk ediyor.

O bölgeler hayvanseverlerin de yoğunlukta olduğu yerler, sokağa terk edilen hayvanları yaşatmak için büyük bir çaba sarf eden epeyce bir insan var ama bir müddet sonra, “sokak hayvanı” tabirinde karşıtları ya da savunanları kedi-köpeğin yaşam alanı anlamında “sokak” konusunda ortak tarifte buluşmuş oldular. Bir cephe istiyor, diğeri istemiyor![4]

Batı, sokak hayvanı sorununu her boku bilen medya köşecilerinin sık sık ballandırdığı gibi yüzyıllar öncesi yok ederek “toptan çözdü”, sonrasında ise tüketilenler, kullanım fazlaları atık toplama merkezlerine naklediliyor. Türkiye’de ise “sorun” tüm bir Batılılaşma süreci gibi altı kaval üstü şeşhane ile çözülmeye çalışılmaya devam ediliyor. Barınak adı verilen atık toplama merkezleri dolu, sokaklar dolu, üstelik ormanlar da dolduruldu. Peki razı olunan sıtma ne? Apartmanlara doldurmak. Bunun da boyutlarını yaşanılan deprem felaketinde gördük, apartmanlarda ya da enkazlarda kalan binlerce kedi ve köpek! Velhasıl insan keyfiyeti için eşya statüsünde üretilen ve tüketilen, insana tabi kılınmış bu canlıların doğal ortamı ne sokaklar ne barınaklar ne apartmanlar!

Ne yazık ki, kedi-köpeğin üretim-ticaret-tüketim zincirine yönelik bir muhalefet yok. Oysa bu canlıların eşya olmaktan çıkarılması gerektiği, “mülkiyet” yasasına tabi olmayıp hukuksal anlamda haklarının verilmesi gerektiği acil bir mücadele gündemi.[5] Ayrıca insan türünün nüfus artışı henüz insanlığın önüne “sorun” olarak konmadı ama en azından insan nüfusunun artışıyla orantılı, herkesin bir kedi-köpek edinip terk etme keyfiyeti olmamalı.

Gidişata bakarsak, sokak olgusunun bile ortadan kalkabileceği kentlerde yaşanabileceği ihtimali var; gökdelenler ya da güvenlikli siteler ne bildiğimiz kentlere ne de bildiğimiz sokaklara benziyor; daha sonrasında ise neler olacağını yaşarsak göreceğiz. Elbette insan, yarı-robot bir tür olarak varlığını sürdürmeyi tercih edebilir ama bu durumda kedi ve köpeklerin de robotunu kullanabilir. Aksi durumda, “sokak hayvanları”nın trajedisi mevcut zihniyet ile daha epey zaman sürecek görünüyor.

Çare yok mu? Olabilir neden olmasın ama illa ki kedi ve köpeklerle birlikte yaşayacaksak, önce bu fayda-mülkiyet ilişkisini değiştirmek, ortak bir yaşam alanı oluşturmak için onlara ve tabii ki insana da uygun kentler için mücadele etmek gerekiyor. Kimbilir belki o zaman onlara kent değil de başka bir ad buluruz…


[1] Bu tablonun korkunç boyutlarını Nuray Tekin, çok iyi özetlemişti: https://hayvanlarinaynasinda.wordpress.com/2017/12/04/devasa-bir-kedi-kopek-mezarligi-uzerinde-yasiyoruz/

[2] Kent ve hayvanlara dair bkz. Ayten Alkan (der.), Şehir ve Hayvan, İstanbul: Patika Kitap, 2020.

[3] Ömer Obuz, Hayvan Katliamları ve Himaye,İstanbul: İletişim Yayınları, 2023.

[4] https://hayvanlarinaynasinda.wordpress.com/2022/01/05/once-insan/ ve https://hayvanlarinaynasinda.wordpress.com/2022/11/28/adaletsizlik-mulkiyetin-temelidir/

[5] Sahiplik meselesine dair bkz. https://birikimdergisi.com/guncel/9323/bu-itin-sahibi-kim-hayvanlarin-yeri-aidiyeti-ve-sahipligi-sorunu