5 Haziran’da Danimarka’da genel seçimler yapıldı ve parlamento yenilendi. İktidardaki merkez sağ koalisyon, parlamentodaki çoğunluğunu kaybederken, Sosyal Demokratlar önderliğindeki Sol Blok sandalye sayısı itibarıyla %52’lik bir çoğunluk elde etti. Sol Blok’u oluşturan dört parti arasında yirmi gün süren hükümet kurma pazarlıkları sonucunda, diğer üç partinin dışarıdan desteğini alan Sosyal Demokratlar bir azınlık hükümeti kurdu ve 27 Haziran’da göreve başladı.
Buraya kadar, oturmuş bir siyasi sisteme sahip bir Kuzeybatı Avrupa ülkesinde, sistem partileri arasında gerçekleşmiş sıradan bir “nöbet değişimi” gibi geliyor olabilir kulağa. Oysa biraz yakından baktığımızda, bu seçimin, hem kampanyası, hem de sayısal ve siyasal sonuçları itibarıyla üzerinde durmaya değer bir dizi ”özel durum” barındırdığını, hatta önümüzdeki birkaç yıl içinde yaşanabilecek gelişmelere bağlı olarak, etkileri Danimarka sınırlarını aşabilecek bazı siyasal sonuçlar yaratma ihtimali taşıdığını söyleyebiliriz.
O zaman şimdi bu özel durumlara biraz yakından bakmaya çalışalım.
Yeni başbakan
Sosyal Demokratların lideri Mette Frederiksen, 41 yaşında Danimarka tarihinin en genç başbakanı unvanını kazandı. Kendisi aynı zamanda bu göreve gelen ikinci kadın oluyor.
Bir önceki kadın başbakan, 2011-2015 yılları arasında bu görevi yürütmüş olan Helle Thorning-Schmidt idi. Helle Thorning, 2015’te seçimi kaybettiğinin ortaya çıkması üzerine, seçim gecesi parti liderliğini bırakmış, yerine o zaman 37 yaşında olan Mette Frederiksen geçmişti.
Mette Frederiksen, siyasete lise yıllarında Sosyal Demokrat Gençlik Örgütü’nde başlamış, 24 yaşında parlamentoya girmiş, daha önceki hükümet döneminde adalet bakanlığı ve istihdam bakanlığı görevlerinde bulunmuş bir isim.
Sol Blok
Seçimden Sosyal Demokratlar %25,9 ile birinci parti olarak çıktılar. Sol Blok’ta, Sosyal Demokratlar dışında Sosyal Liberaller, Sosyalistler ve Devrimci Sosyalistler bulunuyor. Bu seçimde %49,1 oya ulaşan Sol Blok’un toplam oyları, geçen seçime göre %6,2 oranında artmış oldu.
İlginç olan, Sol Blok’un toplam oylarındaki bu artışa karşın, büyük ortak Sosyal Demokratların oylarında küçük de olsa bir düşüş yaşanması oldu. Sosyal Demokratlar, bu seçimde bir önceki seçime göre %0,4 oranında gerilediler.
Bu durum, birbirlerine çok yakın oy oranları tutturan diğer üç partinin Sol Blok içindeki siyasal ağırlığını artırdı. Bunun ne gibi siyasal sonuçlara yol açacağını önümüzdeki dört yıl boyunca göreceğiz.
Baş döndüren oy hareketleri ve “cereyanda kalan” Sosyal Demokratlar
Seçime katılmış olan on üç partinin aldıkları oylar, bir önceki seçimdeki oy oranları ile karşılaştırıldığında toplamda %20,6’lık bir oy göçü yaşandığı ortaya çıkıyor. Bu rakam geçen seçimde de %18,6 idi. Yani son iki seçimdir kabaca her beş seçmenden biri parti değiştiriyor. Sadece bu durum bile, aslında ortada oturmuş, istikrarlı bir siyasi sistemin olup olmadığı konusunda soru işaretleri oluşturmaya yeterli.
Oy kaymalarına yakından bakıldığında, en ciddi hareketliliğin Sosyal Demokratlar etrafında gerçekleştiği görülüyor. Toplamda oyları neredeyse aynı kalmış olsa da, Sosyal Demokratlar sağ bloktan yaklaşık %4,5’lik bir oy kazanmış, ama aynı zamanda da kendi soluna doğru yaklaşık %5’lik bir oy kaybetmiş görünüyor. Sosyal Demokratları bir eve benzetirsek, bu durumu şöyle anlatabiliriz: Evin sağ tarafına doğru açtıkları kapıdan, hane halkının dörtte biri kadar sayıda misafiri içeri buyur ederken, aynı zamanda evin sol tarafında açık kalan kapıdan yine aynı miktarda hane halkı evi terketmiş durumda. Bu iki açık kapı arasında gerçekleşen bu yüksek trafik Sosyal Demokratları bir tür “cereyanda” bırakmış durumda.
Giden ve gelen seçmen profiline yakından bakıldığında kabaca görülebilen şu: Kentli, yüksek eğitimli, sosyal duyarlılığı yüksek orta sınıf seçmen Sosyal Demokratları terk edip Sosyalistlere veya Sosyal Liberallere yönelirken, eğitim ve gelir düzeyi daha düşük, sosyal güvencesizlik ve işsizlik kaygıları ağır basan alt sınıf seçmen Sağ Blok’u terkedip Sosyal Demokratlara oy vermiş durumda. (“Bu grup seçmenin Sağ Blok’ta ne işi vardı?” sorusuna aşağıda değineceğiz.)
Kendi sollarına doğru neden oy kaybettikleri, sağdan aldıkları oyları nasıl kalıcı kılabilecekleri, sola kaçanlarla sağdan gelenler arasındaki seçmen profili farklılıklarının yol açması mukadder olan kimlik bunalımı ile nasıl başa çıkacakları gibi başlıklar Sosyal Demokratları önümüzdeki dört yıl boyunca epeyce meşgul edecek gibi görünüyor.
Sağ popülizmin öncü partisi DF
Seçime katılan on üç partinin sekizi (ilk kez bir seçime giren üç yeni parti dahil) yelpazenin sağında yer alıyor. Bu sekiz parti arasında, sadece iki parti oy kaybına uğramış durumda.
Bunlardan biri %7,5’ten %2,3’e inerek âdeta silinen Liberal İttifak isimli parti oldu. Vergilerin düşürülmesi ve sosyal devletin küçültülmesi diye özetlenebilecek “azgın liberal” bir çizgiyi temsil eden bu parti, hükümette yer aldığı süre boyunca kendisine oy vermiş olanların beklentilerini karşılayacak kazanımlar elde edemeyince, seçmenlerinin üçte ikisini diğer sağ partilere kaptırdı.
Sağ blokta oy kaybına uğrayan diğer parti olan Danimarka Halk Partisi’nin durumu ise bu seçimin en önemli başlığı olmaya aday.
Danimarka Halk Partisi (DF) 1995’te, o zamana kadar ülke siyasetinde pek belirleyici bir etkisi olamamış, temel düsturu “sosyal devlete ve yabancılara karşı olmak” olarak özetlenebilecek, biraz Jean Marie Le Pen’in FN’sine benzetilebilecek, aşırı sağcı, popülist İlerleme Partisi’nden ayrılan bir grup tarafından kuruldu. DF, kurulduğu ilk günden itibaren, yabancı karşıtlığında, öncülü İlerleme Partisi’nden geri kalmamaya özen gösterdi. Ancak öncülünden farklı olarak, sosyal devletin kazanımlarını ve bunların finansmanı için gerekli yüksek vergileri sorun etmedi. Hatta, yabancı düşmanı ve küreselleşme karşıtı söylemine, küreselleşmenin getirdiği hızlı sosyal gelişmelerin yalnız ve sahipsiz bıraktığı yaşlılara ve “yabancılar yüzünden” işini kaybeden Danimarkalılara, devletin daha iyi hizmetler sunması gerektiğine sürekli vurgu yapan “sol popülist” bir söylemi eklemlemeyi başardı. Öncülü İlerleme Partisi’nin sistem dışı demagojik söylemi yerine, Danimarka’nın sosyal devlet mirasını “dışarıdan gelen tehlikelere” karşı korumayı esas alan bir tür “sağcı sosyal demokrat/refah milliyetçisi” bir söylem tutturdu.
DF’in bu “refah milliyetçisi/sağcı sosyal demokrat” söylemi, kısa zaman içinde, özellikle Sosyal Demokratların geleneksel seçmen tabanında tahribat yaratmaya, kendini küreselleşmeden kaynaklı olarak tehdit altında hisseden, güvencesizlik ve işsizlik kaygıları yüksek olan genişçe bir kesimi kendine çekmeye başladı.
2001’de yapılan genel seçimlerde DF’nin Sosyal Demokratlardan devşirmeyi başardığı oylar nedeniyle Sol Blok parlamentoda çoğunluğu kaybetti. O seçimlerden birinci çıkan, Anders Fogh Rasmussen liderliğindeki Liberal Parti, o zamana kadar öncülü İlerleme Partisi gibi marjinal görülen, sistemin kıyısında/dışında tutulan DF’in dışarıdan desteği ile hükümet kurdu. Böylece DF’ye sistemin merkezinin kapıları açılmış, bu parti “sistemin salonuna” dahil edilmiş oluyordu.
O tarihten bu yana katıldıkları tüm seçimlerde (küçük bir gerileme yaşadıkları 2011 hariç) oylarını artırdılar, 2011-2015 yılları arası hariç, tüm hükümetleri dışarıdan destekleyerek iktidar ortağı oldular, ve özellikle yabancıları ve göçmenleri ilgilendiren konularda asıl belirleyici güç olmayı sürdürdüler.
DF, bu özelliği ile dünyadaki sağ popülist partiler arasında öncü konumdadır ve sistemin merkezine yerleşmede en başarılı örneklerden biridir.
Sağ popülizmin çöküşü mü?
2019 seçimi, bu başarı öyküsünün sonunu ilan eden bir seçim oldu. DF’nin oyları %21,1’den %8,7’ye indi. Bu, Danimarka siyasi tarihinde bir partinin yaşadığı en büyük oy kaybı olarak tarihe geçti.
Bu oyların %4,5’lik diliminin Sosyal Demokratlara gittiği anlaşılıyor. Bu anlamda DF, 2000’lerin başından itibaren Sosyal Demokratlardan devşirmekte olduğu oyların önemli bir kısmını tekrar aynı partiye kaybetmiş durumda. Sosyal Demokratlar, bunu kalıcı bir geri dönüşe (ya da “yuvaya dönüş”e) dönüştürebilirse, bu DF için sonun başlangıcı anlamına gelecektir.
Sağ popülist partiler arasında “sosyal demokrat partilerden oy devşirme ve böylece merkeze yerleşebilme” anlamında öncü bir rol üstlenebilmiş olan DF’ye karşı, Danimarka Sosyal Demokratlarının “kaybedilen oyları geri almayı başararak, sağ popülistleri tekrar marjinalize edebilme” anlamında bir öncü rol oynamayı başarıp başaramayacakları önümüzdeki birkaç yılın önemli sorularından biri olacak.
Burada bir parantez açarak, Mette Frederiksen’in DF’den oy devşirmeyi nasıl başardığına da kısaca değinmemiz gerekiyor. Mette Frederiksen, Sosyal Demokratların liderliğini üstlendiği günden itibaren, DF ile arasındaki mesafeyi azaltmaya, mümkün olan her alanda bu parti ile işbirliği olanaklarını değerlendirmeye dikkat etti. DF’nin dikte ettirmiş olduğu, “sıkı ve kısıtlamacı” yabancılar politikasını aynen devam ettireceği konusunda DF tabanına sıcak mesajlar göndermeyi hiç ihmal etmedi. Kendisi açıkça hiç dile getirmese de, DF ile bir gün ittifak yapılabileceği konusunda yapılan spekülasyonlara hiç karşı çıkmadı. Böylece, DF’nin “sol” tabanındaki hassasiyetlere hitap etmeyi başardı ve zamanla bu tabanın kendisine oy vermekte bir sakınca görmemesini sağladı.
Tabii bu DF ile yakınlaşma politikasının, partinin, kentli, yüksek eğitimli, yabancılara yönelik aşırı kısıtlamacı politikalardan ülkesi adına utanç duyan, sosyal duyarlılığı yüksek tabanında çok büyük alerji yarattığını tahmin etmek zor değil. DF’nin “sol” tabanı, Mette Frederiksen’in büyüsüne kapılıp Sosyal Demokratların ön kapısından içeri girmekteyken, arka kapıdan çıkıp Sosyal Liberallere ve Sosyalistlere yönelen seçmenler işte bu alerjiden kaçıyorlardı.
Şimdi DF’ye geri dönebiliriz. Zira, sağ popülizmin krizi, sadece DF’nin Sosyal Demokratlara kaybettiği (“iade ettiği mi” desek) oylardan kaynaklanmıyor. DF, bu seçimlerde, aşırı sağın tek ve biricik partisi olma ayrıcalığını da kaybetti. Seçime DF’den daha sağcı ve daha radikal olmaya özen gösteren iki yeni parti katıldı ve toplam %4,2 oy aldı. Bugüne kadar DF’nin tek başına oturduğu “arazide” artık, biri ultra-liberal (DF’in “sosyal demokrat” taraflarını törpülemiş), diğeri eylemci, militan faşist tabana hitap eden iki parti daha var.
Bunlardan “Yeni Sağ” isimli birincisi %2’lik seçim barajını geçerek parmalentoya girmeyi başardı. Dört yıl boyunca, Sosyal Demokratlara kaybettiği oyları geri kazanma derdindeki DF’yi sağ tarafından sıkıştırmaya devam edecekler.
Meydanlarda Kur’an yakarak ve Müslümanların topluca sınırdışı edilmesi gerektiğini tekrarlayıp durarak adını duyuran Rasmus Paludan isimli provokatif bir lidere sahip olan “Sıkı Rota” isimli parti ise %1,8’de kaldı ve Meclis’e girme şansını kılpayı kaçırdı.
Geçen seçimde tek parti halinde, %21’e ulaşarak sağın en büyük siyasi gücü haline gelmiş olan aşırı sağ, bu seçimlerle birlikte hem toplamda %12,9’a gerilemiş, hem de üç parçaya bölünerek siyasi olarak çok zayıflamış oldu.
Bu olumlu gelişmenin başta Danimarka’nın komşuları İsveç ve Almanya olmak üzere, sağ popülizmin yükselişte olduğu diğer ülkelere de örnek oluşturmasını dileyerek seçim bahsini kapayalım ve biraz da kısaca yeni hükümetten bahsedelim.
Yeni hükümetten ilerici, sol ve doğa dostu taahhütname
Sol Blok’ta yer alan dört partinin yirmi gün süren pazarlıkları sonucu ortaya on sekiz sayfalık bir mutabakat metni çıktı. Bu metne göre Sosyal Demokratlar azınlık hükümeti kuracak, diğer partiler bu hükümeti dışarıdan destekleyecekti. Öyle de oldu.
Peki ama, neden azınlık hükümeti de koalisyon hükümeti değil? Sosyal Demokratlar en son azınlık hükümetini 1970’lerde kurmuşlardı (ki o da hiç iyi bitmemişti). Şimdi azınlık hükümeti kurmak zorunluluğu nereden çıktı?
Bu sorunun kısa cevabı şu: Dört partinin tamamının üzerinde anlaşabildiği alanlar var olmakla birlikte çok önemli iki başlıkda ciddi görüş ayrılıkları var ve konu başlığına bağlı olarak yan yana ya da karşı karşıya gelebilen partiler değişebiliyor.
Bu başlıklardan biri uygulanacak ekonomik politika ve sosyal devlet uygulamalarının finansmanı. Bu başlıkta diğer üç parti bir ortak nokta bulabilirken, Sosyal Liberaller daha liberal bir ekonomi politikası uygulamayı ve devletin sosyal giderlerini azaltmayı hedefliyor.
Bir diğer sorunlu başlık olan yabancılar politikası alanında ise, mevcut kısıtlamacı ve dışlayıcı politikayı sürdürmekte kararlı olan Sosyal Demokratlar, daha esnek ve kapsayıcı bir politika isteyen diğer üç parti ile anlaşamıyor. Bu arada diğer üç parti arasında da dışarıdan işgücü getirilmesi konusunda anlaşmazlıklar var.
Bu nedenle dört partinin birden hükümete girmesinin hükümeti kritik konularda işlemez hale getirebileceği düşünülerek azınlık hükümeti formülünde uzlaşıldı. Buna karşın, Sosyal Demokratlar, diğer dört partinin desteğini alabilmek için, yirmi günlük müzakerelerde mutabık kaldıkları noktaları bir taahhütname şeklinde kamuoyuna sundu. Bu metin, Sosyal Demokratların diğer partilere ve topluma verdiği sözlerden, ulaşmayı taahhüt ettiği hedeflerden oluşuyor. Metnin geneline bakıldığında, hükümet müzakerelerinde aşağı yukarı tüm başlıklarda birlikte tutum alan Sosyalistlerin ve Devrimci Sosyalistlerin damgasının belirgin olduğu, ilerici, sol ve doğa dostu bir çerçeveden bahsetmek mümkün.
Bu hedeflerden en dikkat çekeni, iklim değişiklikleri ve küresel ısınma ile mücadele alanında belirlenen hedef oldu. Bu hedefe göre, Danimarka, 2030 yılına kadar atmosfere salınan sera gazı miktarını, bugünkü miktara kıyasla %70 azaltmış olacak. Bu, dünyada şu âna kadar herhangi bir hükümetin bu alanda belirlemiş olduğu en iddialı hedef durumunda. Seçim kampanyasını da domine etmiş olan bu alanda, on bir yıllık kısa bir sürede bu derece iddialı bir hedefin nasıl gerçekleşebileceği konusunda çok yoğun bir tartışma başladı bile ve belli ki önümüzdeki yıllarda Danimarka’nın ana gündem maddelerinden biri olmayı sürdürecek.
Bir diğer dikkat çekici taahhüt, 2000’lerin başından bütçesi sürekli kısıntıya uğratılan sosyal devlet uygulamalarında (çocuk yuvaları, kreşler, okullar, hastaneler) kısıntıya gidilmeyeceği, örneğin çocuk yuvalarında çocuk başına düşen personel sayısına alt sınır getirileceği, birden çok yükseköğrenim görülmesini kısıtlayan uygulamaya son verileceği gibi sosyal devleti güçlendirecek adımlar konusundaki taahhüt oldu.
Buna paralel olarak hükümet, toplumda giderek artmakta olan eşitsizliği ve yoksulluğu azaltacağı, üst gelir gruplarının vergilerini azaltmayacağı, işsizlik yardımı gibi sosyal yardımlarda kısıntıya gitmeyeceği taahhüdünde bulunmuş durumda.
Görüş ayrılıklarının derin olduğu ekonomi politikasında ve yabancılar alanında inisiyatifi daha çok Sosyal Demokratlara bırakan ama destekçi partilere belirli güvenceler veren bir çerçeve çizilmiş durumda. Örneğin yabancılar alanında, geçen hükümetten kalan, iltica başvurusu reddedilen ama ülkesine dönebilecek durumda olmayan yabancıların bir adaya kurulacak bir toplama kampına gönderilmesi planının iptal edilmesi, halen iltica başvuru reddedilmiş olanların kaldıkları merkezlerde kendi odalarında yemek yemelerinin, kendi yemeklerini yapmalarının yasak olması şeklindeki uygulamanın kaldırılması, iki yıllık aradan sonra, Birleşmiş Milletler korumasındaki mültecilerden, Danimarka’nın payına düşen kotaya karşılık gelen sayıda mülteciyi tekrar kabul etmeye başlaması gibi taahhütler yer alıyor.
Daha fazla detaya dalmadan şu söylenebilir.
5 Haziran seçimleri, Danimarka’da sağcı iktidar bloğunun çöktüğü, aşırı sağın parçalandığı, genel anlamda inisiyatifin sola geçtiği, “sosyal devlet kazanımlarının korunması ve güçlendirilmesi” ve “iklim değişiklikleri ile mücadele” başlıklarının seçim kampanyasında temel belirleyici talepler olarak öne çıkmakla kalmayıp kurulan hükümetin ana hedefleri olarak ilan edildiği bir seçim oldu.
Belki her şey çok güzel olmayacak ama en azından önümüzdeki dört yıl için, daha adil, daha dayanışmacı, daha doğa ve çevre dostu bir Danimarka için umutlanabiliriz. Darısı başka ülkelerin ve tabii Türkiye’nin başına!