Tarık Ziya Ekinci geçen hafta Radikal İki’de, Bilgi Üniversitesinde düzenlenen “Türkiye’nin Kürt Meselesi” başlıklı konferansta yaptığım konuşmayı dolaylı biçimde eleştirdi. Ezen ve ezilen milliyetçiliklerin çatışmasının Türkiye’de özgürlüklerin gelişmesine karşı kurulmuş bir kapan olduğunu belirttiğim bu konuşmada, çokkültürlülük kavramının bazı radikal uygulamalarının yaratacağı sorunlara da dikkat çekmiştim.
Tarık Ziya Ekinci yaptığım bu iki vurguyu eleştirip, “entellektüel kaygılarla ulusallık kokan her hareketi, milliyetçilikle suçlayarak karşı çıkma(nın) bir çözüm değil, dolaylı bir statükoculuk” olduğunu belirtiyor. “Ulusallık” kokanın neden “milliyetçi” kokmayacağı sorusunu sorarak eleştiriyi yanıtlamaya başlamak fazla kolay olur. Bunu bir kenara bırakalım.
Çokkültürlülük kavramının bazı sakıncalarını ilk kez bu konuşmada dile getirmedim. Örneğin Radikal İki’de yayımlanan “Somut adım atma zamanı” (18.12.2005) başlıklı yazıda, normatif bir çokkültürlülük anlayışının sakıncalarını kısaca ele aldım. Özetle, kendi içinde bütüncül bir amaç haline dönüşen çokkültürlülük anlayışının etnik/kültürel milliyetçiliğin taşıyıcısı olması ve toplumu, aralarındaki bağların iyice gevşediği bir alt-gruplar toplamına dönüştürmesi tehlikesine dikkat çekmek istiyorum. Bunun bir tehlike olmadığı iddia edilebilir. Gerçekten de tarihi ve sosyal nedenlerle barışçı bir birlikte yaşamanın çokkültürlülük ilkesi çerçevesinde mümkün olabildiği coğrafyalar var. Ama bunun tam aksi sonuçlara yol açabileceği coğrafyalar da var. Türkiye’nin bu ikinci örnekte yer almadığını söyleyebilir miyiz?
Çokkültürlülüğün demokratik toplumda olmazsa olmaz bir yeri vardır. Ama bunu kabul etmek, her alanda ve özellikle siyasal alanda çoğulculuk ilkesinin yerini çokkültürlülüğün almasının yol açabileceği özgürlük kısıtlaması riskinin yadsınmazını gerektirmez. İnsani varoluşun bir kültürel varlığın korunması ilkesine indirgenmesi tehlikesidir bu. “Sen Türksün, Türk kalacaksın” veya “sen Kürtsün, Kürt kalmalısın” anlayışı, normatif bir çokkültürlülük uygulamasının olası sonuçlarından biridir. Bu durum, kültürel-etnik ilkeyi birincil kılar, insanı ise o ilkenin bir aracı konumuna dönüştürür. Oysa özgürleşmenin öznesi kimlik değil, insandır, kişidir.
Benzer biçimde, bir dilin yaşaması için çaba göstermek ne kadar meşru bir uğraşsa, topluluğun varoluşunun bütünüyle o dilin yaşamasının bir aracı haline dönüşmesi de bir o kadar özgürlüğü kısıtlayıcıdır. Çokkültürlülük, toplumsal yaşamın hakim ve hatta tek ilkesi olması durumunda, bu ilke cemaatlerin, dil gruplarının, etnik toplulukların hakları olarak işlemeye başlar ve evrensel insan hakları ilkesi olma özelliklerini büyük ölçüde yitirir. Etnik-kültürel getoların yolunu açabilir. Bizim savunduğumuz ise, insanların önüne kültürel kimlikleri seçebilecekleri ama bunun bir zorlamaya dönüşmediği bir bireysel ve toplumsal çoğulculuk ilkesidir.
Bu nedenle çokkültürlülük ilkesinin her alanı kapsama eğilimini frenleyici ve her zaman onun tamamlayıcısı olması gereken çoğulculuk ilkesinin önemine söz konusu konuşmada ve Radikal İki’de yayımlanan birçok yazıda dikkat çekmiştim. Burada kısaca şunu ilave edebilirim. Çokkültürlülük modern değil, modernlik sonrası bir ilkedir. Böyle olması onu gayrımeşru kılmaz. Sonuçta modernlik de insanlık tarihinin küçük bir sayfasının ürünüdür. Tarihsel bir ürün olduğu için aşılmaya, yerini başka anlam dünyalarına bırakmaya mahkumdur. Ne var ki modern dünyanın geride kalıyor olması, onun yerine gelenin, sadece yeni olduğu için iyi ve arzulanır olduğu anlamına gelmez. Modernliğin sıkıntıları kadar, modern sonrasının sıkıntılarını da düşünmek zorundayız. Çokkültürlülük, modern sonrasının vaat ettiği umutlar kadar sıkıntıları da içinde barındırıyor.
Türkiye’de Kürt sorununda başımızı tosladığımız vahim çözümsüzlük duvarının baş mimarı elbette egemen milliyetçiliktir. Bu milliyetçiliği yeri geldiğinde besleyen ve ihtiyaç hasıl olduğunda ondan beslenen devlet politikasıdır. Her toplumsal sorunu devletin bekası ve çıkarları süzgecinden geçirip değerlendiren, bu değerlendirme ışığında meşru ve gayrımeşruyu ilan eden devlet aklıdır. Bu akıl, otoriter gelenekle pekiştirilmiş milli devlet aklıdır.
Kürt sorununu ve onun ötesinde, kültürel kimlik hakları sorununu, insan hakları sorununu, şiddetli ve saldırgan bir inkarcılığa varan yöntemlerle bastıran bu akıl, esas sorumludur. Kürt sorununun bugün en azından bir sorun olarak konuşuluyor olması, PKK ayaklanmasının Türkiye toplumunun gündemine bu sorunu dayatmasının bir sonucu olması, zaten kendi başına anlamlı değil midir? Türkiye’de Kürt diye bir kimlik olmadığını, bunların dağ Türkü olduklarını; Kürtçe diye bir dil olmadığını, bunun Türkçenin Farsça ile karışmış bir lehçesi olduğunu resmi ağızların ifade ettiği tarih o kadar uzak değil. Kürtçe konuşmanın kanunla yasaklanması, Kürt kimliğiyle siyaset yapmaya çalışanların ayrım gözetmeden terörist veya terör yardakçısı muamelesi yapılması da. Kayıpların, işkencelerin, katliamların, yakılan köylerin, zorunlu göçlerin açtığı yaralar kanamaya devam ediyor.
Çoğulcu bir siyasal rejimde kimlikleri içinde varlıklarının meşruiyetinin tartışılamaz olması lazım gelen Türkiyeli Kürtlerin bunları dile getirebilecekleri meşru siyasal alan bütünüyle onlara kapalı olduğu zaman, bu acıların demokratik yollarla ifade edilebilmesi nasıl mümkün olabilir?
Türk milliyetçiliği ile dağlanmış milli devlet aklı böyle bir ortamın oluşmasını her zaman bir “olağanüstü durum” bahanesi bularak engelledi. Engellemeye devam ediyor. PKK’nın, şiddet yöntemlerini benimseyen ve Kürt sorununu kendi temsil tekelinde tutmaya özen gösteren aşırı otoriter ve egemen milliyetçiliğin dilini, simgelerini, tasavvur dünyasını taklit etmekten geri kalmayan tavrının, bu toplumun üzerine bir kabus gibi çöken 1980 sonrası devlet terörünün dolaylı bir ürünü olduğunu gören geniş bir Türkiyeli Kürt topluluğu var. Bunun dile getirilmesi esas olarak Türkiyeli Kürtlerin sorumluluğunda olması gerekir. “Derin devlet” ve PKK ikilisinin oluşturduğu şiddet sarmalından kurtulabilmek, bu ikilinin toplumun bütününü sürüklediği ölümcül dansı etkisiz kılmak konusunda Türkiyeli Kürtlerin adına konuşanların omuzuna herkesin sırtındaki yükten çok daha ağır bir yük biniyor. İyi niyetleri içinde bu kapandan kurtulmak isteyenlerin sırtındaki bu ağır yükün altında ezilmemeleri için ellerinden tutmak hepimizin görevidir.
Türkiye’de sosyalistlerin mücadelesi bütün Türkiyelilerin özgürlük alanlarının genişlemesi ve pekiştirilmesidir. “Türklerin Kürtlerle eşit olması mücadelesi” değil, farklı etnik ve kültürel aidiyetleri içinde tüm Türkiyelilerin eşit olmaları mücadelesidir. Türk, Kürt veya başka etnik-kültürel kimliklere sahip olanların olduğu kadar, kendine ne Türk, ne Kürt, ne Çerkes, ne Rum ne de Ermeni olarak bu toplumda korunaklı bir yer aramayan Türkiyelilerin de eşit yurttaşlar olarak bu toplumda birlikte yaşayabilmeleri mücadelesidir. Bu eşitlik, Kürt kimliğinin ve başka kimliklerin dil, eğitim, temsil haklarını içerir. Buna karşılık, tüm demokratik siyasal ve sosyal hakların bunların bir türevine indirgenmesini kesinlikle içermez.
Konferanstaki konuşmaya, hepimizin bir tarih ve konum içinden konuştuğumuzu, belli bir anda yapılan bir konuşmanın, bir yazının dar sınırları içinde dile getirilenleri değerlendirirken bunu mutlaklaştırmayıp, daha önce alınan tavırların ışığında dikkate alınmasını temenni ederek söze başlamıştım. Milliyetçilikler konusunda yapılacak bir eleştirinin, sadece “karşı tarafın” milliyetçiliği eleştiri konusu olunca kulağa hoş geldiğini dikkate alarak bu çağrıda bulunmak ihtiyacını hissetmiştim. Bu çağrının, geldiğimiz aşamada işitilmesinin zor olduğunu biliyorum.
Bizi saran ve boğan sorunun derinliği ve karmaşıklığı dikkate alındığında, bu tartışmaya daha uzun bir süre devam edeceğiz. Tarık Ziya Beyin bu yazımı bir yüzyıla yakın bir dönemden beri Türkiye toplumunun milliyetçilik canavarlarına verdiği kurbanlara ithaf etmemi destekleyeceğinden hiç kuşkum yok.
Radikal İki, 9.4.2006