“Boşuna mı okuduk?” sorusu, yalnızca bireysel bir hayal kırıklığının değil, aynı zamanda bu çağa özgü bir kimlik krizinin ifadesidir. Tanıl Bora’nın derlediği aynı adlı kitapta bu soru, Türkiye gençliğinin çalışma hayatıyla kuramadığı ilişkinin merkezine yerleşiyor.
“Boşuna mı okuduk?” yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda varoluşsal bir sorudur. Ancak bu sorunun muhatabı kayıp nesnedir. Kayıp nesne, özneyi de bilinmezliğin içine sokar. Kimse sorunun muhatabı olmak istemezken, sorumluluğu bireyin kişisel başarısızlığına havale eder. Sorunun muhatapsız kalması çözülmeye değil, yaşanan sıkıntının kronikleşmesine sebep olur. Duyulmayan birey çaresizliği en derininde, içinde yaşamak durumunda kalır. Kendine çarpıp geri dönen ses, kaygı, depresyon, umutsuzluk olarak yankı bulur. Bugün Türkiye’de genç kuşakların çoğu, hangi alandan olursa olsun, bu içselleştirilmiş depresyonla yaşıyor. Eskiden hayatın talihsiz bir evresi olarak görülen işsizlik, artık gençliği esir almış durumda.
Eskiden insanların birbirini tanıma yollarından biri, kişinin ne işle meşgul olduğuydu. “Ne iş yapıyorsun?” sorusu, kimliği tanımlamanın en kestirme yoluyken bugün, gençler arasında bu soruların yerini “Hangi bölümden mezunsun?” aldı. Çünkü soruyu soran da, yanıtlayan da büyük ihtimalle işsizlikle mücadele etmektedir. Kişiye işini sormamak, utanç ya da suçluluk hissettirmemek adına yeni bir nezaket kuralı haline geldi. Bu dönüşüm, işin yalnızca ekonomik değil, kültürel ve simgesel değerinin de nasıl aşındığını gösteriyor.
Son yirmi yılda niteliksiz üniversitelerin sayısının hızla artması, eğitimin kalitesinin düşmesi, her yıl binlerce mezun veren okulların çoğalması, işsizliği daha da genişleten bir halka yaratmaktan öteye gidemedi. “Gecekondu üniversiteler” şehri istila ederken, gençler için üniversite eğitimi artık daha iyi bir geleceğin başlangıcı değil; zorunlu, mesleki karşılığı olmayan, ekonomik bağımsızlıktan kopuk bir süreç haline geldi. Böylece kişinin okuduğu bölümden, hatta diplomasından bağımsız olarak ortada ne bir iş ne de bağımsız bir hayat tahayyülü mevcut.
Türkiye’de bu gerçeklik, politik düzlemde de sık sık dile getirildi. “Her üniversite mezununun iş bulması diye bir şey yok” sözleriyle işsizlik olağanlaştırıldı, gençlere niteliksiz işler önerildi. Bu işler reddedildiğindeyse “gençler iş beğenmiyor” söylemi devreye sokuldu. Oysa asıl mesele, gençliğe dayatılan bu “junk job”ların –mesleki tatmin sağlamayan, geçici ve güvencesiz işler– ideolojik olarak savunulmasıdır. Çoğu genç, mesleğini merkeze almak yerine geçim kaygısıyla bu işlere yöneliyor olsa da gününün 9-10 saatini bu gibi işlerle geçiren bireyin ne kendine ne de topluma faydasından söz edilebilir.
Erikson’un psikososyal gelişim kuramına göre genç yetişkinlik, “kimliğe yönelik rol karmaşası” kriziyle belirlenir. Birey bu dönemde kim olduğunu ve toplumda nasıl bir yer edineceğini sorgular. Fakat günümüz gençliğinin bu evresi, sık sık bir boşluk duygusuyla sekteye uğruyor. Türkiye’de bu durum, yalnızca bir gelişim evresi meselesi olmaktan ziyade devletin, piyasanın ve ideolojinin ürettiği yapısal bir açmaz. Modern kapitalist toplumlar gençlere “bir şey olma” değil, “bir şeye ulaşma” fikrini empoze ediyor. O “şey” ise hep eksik, hep ötede, hep bir sonrakinde.
Böyle bir tabloda kaçınılmaz olarak kimlik inşası sürekli erteleniyor. Belki de “ayrışamayan” ile “bağımsızlaşamayan” arasında sıkışmış bir nevrotik kuşak hâkim oluyor bugüne. Seans odalarında her geçen gün daha çok duyulur hale gelen “yorgun, bağımlı, yönsüz” gençlik anlatıları, tam da bu sıkışmanın ürünü olarak görünmekte. Bir yandan “genç” kategorisinin kendisi bile olağanüstü genişlemiş durumda. Dünya Sağlık Örgütü, gençliği 10 yaşından 30’ların ortasına kadar uzanan bir aralık olarak tanımlarken, gençlik artık bir geçiş değil, adeta bir “bekleme alanı.” Çocukluk bitmiş, yetişkinlikse belirsiz bir süreye kadar askıya alınmış durumda. Bu “bekleme alanı”, aslında gecikmiş bir yetişkinlik deneyimi. Ücretsiz stajlar, asgari ücretin altında “deneme süreleri”, ekonomik bağımsızlığını kazanamayan gençleri aile evinde hem “çocuk” hem “yetişkin” kılıyor. Bu ikili konum, bireyi özne olma sürecine ket vurup nesneye indirgiyor. Gençlerin talebi bastırılıp, arzuları dolayısıyla suçlulaştırılıyor. Kişinin “Sen başarısızsın, sen yetersizsin” diyen içsel sesi, aslında neoliberal ideolojinin içselleştirilmiş bir yankısıdır. Böylece toplumsal kriz, bireysel suçluluk ve yetersizlik meselesi halini alıyor. Bu tablo, bireyin yalnızca ekonomik olarak değil, duygusal ve toplumsal olarak da bağımsızlaşamamasına yol açıyor.
Kitapta da bahsi geçtiği üzere Klinik Psikolog Thomas T. Cottle, uzun süreli işsizliği “ölümü bekleyenlerinkine benzer semptomlar” üretmesi yönünden ele alır. Umutsuzluk, utanç, değersizlik… Birey öfkesini topluma değil, kendine yöneltir. Neoliberalizmin ustalığı da tam burada gizlidir. Öfke kolektifleşmesin, talep siyasallaşmasın diye içe gömülür, bireysel depresyonlara, pasif agresif suçluluğa dönüşür. Özellikle son yıllarda gençlerin intihar biçimlerinin ve mekânlarının da politikleştiğini görmek mümkün. Örneğin Marmaray gibi toplu ulaşım araçlarının intihar için seçilmesi, bireysel bir çaresizliğin ötesinde kamusal bir isyan işlevi de taşıyor. Genç, kendi sonunu binlerce kişinin tanıklığına açarak sessizliğini kamusal bir protestoya dönüştürüyor. Benzer şekilde, KPSS sonuçları ya da üniversite yerleşme puanları açıklandıktan sonra yaşanan intihar vakaları da yalnızca bireysel başarısızlık anlatılarıyla açıklanamaz. Bu ölümler, aynı zamanda sistemin gençlere dayattığı “başarısızlık” damgasının ve ailelerin beklenti baskısının politik sonuçlarıdır. Genç intiharları bu yönüyle, bireysel bir çıkışsızlık olmaktan ziyade, görünmeyen bir toplumsal eleştiri biçimine dönüşüyor. Zihin gücünden çok, beden gücünü temel alan ve yine yalnızca bedenlerini hayatta tutmaya yetecek kadar para kazanıp gerçek anlamda keyifle yaşayamadıkları hayata karşı kendi bedenlerini son söz olarak ortaya koyuyorlar.
Bireyin psikolojik anlamda özgürleşebilmesinin ön koşulu, toplumsal düzeyde kabul görmek ve ekonomik bağımsızlığa erişebilmektir. Bugünün ideolojisi gençlere “hayallerinin peşinden koş” derken aynı anda bu hayalleri gerçekleştirecek araçları ellerinden almaktadır. Çalışabileceğin iş yok, varsa da güvencesiz; tutunabileceğin kimlik yok, varsa da geçici. Bugün gençliğin yaşadığı şey “ertelenmiş bir hayat.” Hep bir sonrakine, hep ötede olana mahkûm bir varoluş. Sürekli ertelenmiş bir gelecek, sürekli eksik bir şimdinin tekrarı…
KAYNAKÇA
Aksu Bora, Necmi Erdoğan, Tanıl Bora, İlknur Üstün Boşuna mı Okuduk?, İletişim Yayınları, 2015.
Erik H. Erikson, İnsanın Sekiz Evresi, Okuyan Us Yayınları, 2012.




