“Soykırıma varan savaşlar, bombalanan kentler, nükleer patlamalar, toplama kampları, kişisel cinayetlerin bir veba salgını gibi yayılması... Bu yüzyıl, tasarlanmış olsun ya da olmasın, şiddetin her türünün, hak ettiğinden çok daha fazlasına tanık oldu. Üstelik daha da fazlasına tanık olmak işten bile değil.”
John Keane, “şiddetin uzun yüzyılı” olarak tanımladığı 20. yüzyılı bu simgelerle tasvir ediyor.[1] Bu yüzyılın, modernliğin, doğum yeri olan Batı’da bütün dinamikleriyle yerleştiği ve dünyanın tamamına yayıldığı tarihsel dönem olması, modernlik ile şiddet arasındaki ilişkiye dair tartışmaları bir kez daha hatırlatmayı gerektiriyor.
Modernleşme sürecinde belirleyici gelişmelere tanıklık etmiş olan 17. ve 18. yüzyılların burjuva siyasal teorisinde modernlik bir uygarlaşma süreci olarak tanımlanmış; uygarlık ise, şiddetten arınma, ondan kurtulma veya şiddeti yaşamın önemli alanlarından tasfiye etme konusundaki daimî sorunu çözmekle yükümlü bir proje olarak anlaşılmıştır. İzleyen zamanlarda da hararetli savunucular bulan ve etkisi günümüze kadar ulaşan bu yaklaşımda uygarlaşma, modern toplumların asli ilkesi, barbarlık ise karşıt ilkesi olarak görülür. Modernliğin uygarlaşma yolunda yapısal ve sürekli bir ilerlemeyle belirlendiği fikrine dayanan bu iyimserliğin temelinde, akla ve akılcılığa duyulan güvenin yattığı biliniyor. Buna göre akıl ve akılcılık yerleştikçe, akıldışının ve akılsızlığın bir yansıması olan şiddet de, toplumsal ilişkilere damgasını vuran bir faktör olmaktan çıkacak; aklın ışığıyla aydınlanan toplumlar, böylece karanlıkla eşanlamlı olan şiddet ve barbarlıktan kurtulacak. Aklın sağladığı öz ve dış denetim, denetimsiz dürtülerin bir ürünü olan bu fenomenlerin tasfiyesiyle belirlenen bir ilerleme sürecini mümkün kılacak; bunların “normallik” olmaktan çıkarak, “sapma” ya da “istisna” haline geldiği bir toplumsal düzene böylece ulaşılacak.
Uygarlaşma süreci ile şiddetin toplumsal ilişkilerden çıkarılması arasında doğrusal bir ilişki kuran çağdaş teorisyenlerin en ünlüsü herhalde Norbert Elias’tır. Toplumsal ilişkileri şiddetten kurtarmayı “toplumsal edilginleştirme” formülüyle kavramsallaştıran Elias, fiziksel şiddetin devlet tekeline alınmasını, uygarlaşma sürecinin muharrik gücü olarak görür. Yazara göre, esasen uygarlık da, “şiddetten arınmış toplumsal yaşam” ya da “insanlararası ilişkilerde şiddetin yok olması” anlamına gelir. Gerçi Elias, “uygarlık” tanımının, bunun dışında, olumlu özelliklerle de tamamlanması gerektiğini söyler; ancak ona göre, bu özelliklerin ortaya çıkabilmesi de, her şeyden önce fiziksel şiddetin toplumsal ilişkilerden tasfiyesine bağlıdır. Şiddet tekelinin oluşumuyla insandan insana yönelen tehdidin sıkı kurallara bağlandığını, hesaplanabilir/öngörülebilir hale geldiğini ve böylece günlük yaşamın sürekli güvensizlik ortamından kurtulduğunu belirten Elias, bunun genel olarak uygar davranış biçimlerinin oluşumu açısından yaşamsal önem taşıdığını savunur. [2]
ŞİDDET TEKELİ
Fiziksel şiddet üzerindeki tekel, modern devletin belli bir işlevini oluşturmaz; aksine onun bütün işlevlerini en ince ayrıntıya kadar belirler. Max Weber, bu konuda çok açık sözlüdür:
“Modern devlet, bütün siyasal birlikler gibi, sosyolojik olarak ancak kendine özgü somut araçları açısından tanımlanabilir: o da fiziksel güç ve şiddet kullanımıdır.” Buna göre modern devlet, “belli bir arazi içinde fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde bulunduran insan topluluğu”nu ifade eder.[3] Bu nedenle, şiddet tekelini modern devletin belkemiği olarak görmekte ve bir tür “şiddet tanrısı” olarak nitelemekte bir yanlışlık, bir mübalağa yoktur.
Fiziksel şiddetin devlet tekeline alınması sürecinde bireyler arası şiddetin sürekli düştüğüne dair çeşitli araştırmalar var. Ancak dünyanın çoğu yerinde devletlerin faaliyetleri, devlet sahasındaki şiddetle devletten uzak sivil yaşamdaki şiddet-dışılık arasında ürkütücü bir tezat yaratmıştır. Devletler sivil halkı şiddet araçlarından arındırırken, kendileri korkutucu boyutlarda zor araçları inşa etmişlerdir.[4] Bu yapı, şiddetin daha derin ve yıkıcı tarzlarda yaşanmasını, çıplak gözle görünmediği zamanlarda da varlığı sürekli hissedilen korkunç bir hayalete dönüşmesini de beraberinde getirmiştir. Bu durum, “sapma” olarak nitelenen şeyin, modernliğin başından beri yaygın, sürekli ve derin hal almasına yol açmış; bu ise, modernlik=uygarlık denkleminin kökten sorgulanmasını kaçınılmaz kılmıştır. Özellikle 2. Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında yaşanan vahşet deneyimleri, barbarlık ile modernliğin ve uygarlaşma ile şiddetin birbirlerini dışlayan olgular değil, iç içe geçmiş tezahürler olduğu şeklindeki teze güçlü bir dayanak sunmuştur. Bu tezin özellikle Horkheimer ile Adorno’da temsil edilen ve özgün ifadesini “Aydınlanmanın Diyalektiği” eserinde bulan radikal yorumunda, barbarlık uygarlaştırıcı modernliğin çekirdeği veya en azından gizli temel ilkesi olarak görülür. Üstelik bunun temelinde, modernliğin ve aydınlanmanın o çok güvendiği aklın “araçsal” kullanımı yatar.
Michel Foucault ile Zygmunt Baumann’ın tahlillerini de bu yorumun uzantısı olarak anlamak mümkün. Örneğin modernlik ile barbarlığın sürekli daha kötüye giden şiddet spiralinde yan yana durduğunu ileri süren Baumann, “uygar toplum(un) insanların doğuştan gelen barbarlık ve şiddet eğilimlerinin büyük oranda yok edildiği ya da en azından baskı altına alındığı bir durum olarak” tasvir edilmesini, Batı uygarlığının hegemonyasını meşrulaştırma amacına yönelik ideolojik bir söylemi olarak değerlendirir. Baumann’a göre, “modern uygarlığın şiddet içermeyen karakteri tam bir yanılsamadır. Daha doğrusu onun, kendini kandırma ve kendini ilahlaştırmasının; kısacası, onun meşrulaştırıcı mitinin ayrılmaz bir parçasıdır... Uygarlaşma sürecinde gerçekte olan şey, şiddetin daha etkili biçimde yeniden düzenlenmesi ve şiddete yeni alanlar açılmasıdır... Şiddetin varlığına son verilmemiş, yalnızca gözden uzaklaştırılmıştır.”[5] Bu gelişmenin, şiddetin yoğunlaşması ve çok daha tehditkâr hale gelmesiyle sonuçlandığını belirten Baumann; şiddetin uygar toplumların günlük yaşamından çıkarılmasının toplumlar arası ilişkilerde ve toplum içi düzenin sağlanmasında tam bir militaristleşmeyle atbaşı gittiğini ve bu militarizasyonun sonucu olarak, son iki yüzyılda şiddetten zarar gören insan sayısının sürekli artarak görülmemiş boyutlara ulaştığını vurgular.
Gerçi Baumann da, “modern toplumlar”da şiddetin günlük yaşamın olağan ve yaygın bir unsuru olmaktan çıktığını inkar etmez; ancak bunu, bireylerin şiddet kullanmaları halinde çok daha fazla ve karşılık veremeyecekleri türden bir şiddetle sürekli tehdit edilmelerine bağlar. Ona göre, şiddetin günlük yaşamdan çıkarılması, “aslında kaynakların yeniden bir araya getirilmesini ve şiddet merkezlerinin toplumsal sistemdeki yeni yerlerine aktarılmasını sağlayan bir tahliye işlemidir yalnızca.”
Dolayısıyla “şiddetin günlük yaşamın ufkundan kaybolması modern iktidarın merkezileşme ve tekelleşme eğilimlerinin bir diğer göstergesidir; şiddet artık bireylerin erişebileceği alanın kesinlikle dışındaki güçlerin denetiminde olduğu için bireysel ilişkilerde yoktur. Ama bu güçler herkesin ulaşamayacağı yerde değildir. Yani kişisel davranış tarzındaki o övünülen yumuşamanın ve bunun sonucunda günlük yaşamın rahat ve güvenliğinin bir bedeli vardır. Öyle bir bedel ki, biz, yani modernite evinin sakinleri herhangi bir anda bu bedeli ödemeye çağrılabiliriz. Ya da haber verilmeksizin ödettirilebiliriz.”
Yer sorunu nedeniyle bu yazıyı, arkada pek çok soru bırakarak ve cevaplara, yani şiddet sorununun “çözüm”üne dair arayışları başka yazılara havale ederek burada bitirmek gerekiyor.
Dipnotlar:
[1] John Keane, Şiddetin Uzun Yüzyılı, Çev. Bülent Peker, Dost Yay., 1998.
[2] Norbert Elias, Uygarlık Süreci, C.1 ve 2, İletişim Yayınları.
[3] Max Weber, Sosyoloji Yazıları, çev. Taha Parla, Hürriyet Vakfı Yay., 2. Baskı, 1987
[4] Charles Tilly, Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu, Çev. Kudret Emiroğlu, İmge Kitabevi, 2001
[5] Zygmunt Baumann, Modernite ve Holocaust, Çev. Süha Sertabiboğlu, Sarmal yay., İstanbul 1997, s.131.
Birgün Kitap Eki, 21.3.2006, sayı 12