1989 senesinin sonbaharında, Marmara Üniversitesi’nin Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, mezuniyetlerine aylar kalmış son sınıf öğrencilerinden biriydim. Sınıf arkadaşlarımla birlikte, dört yıl boyunca, 20. yüzyıl diplomatik tarihini yalamış yutmuş, dünya politikasının sırrını çözmeyi vaat eden müthiş teoriler öğrenmiştik. 20’li yaşlarımızın başlarında olmamızın verdiği, arkasına oldukça yoğun durumdaki kafa karışıklığımızı (ve o karışıklıktan kaynaklanan özgüvensizliğimizi) gizlediğimiz pırıl pırıl bir ukalalıkla, içinde “Soğuk Savaş”, “nükleer silahlanma yarışı”, “iki kutuplu dünya sistemi”, “dehşet dengesi” gibi fiyakalı ifadeler geçen, anlamlı olmasa bile etkileyici olduğunu vehmettiğimiz cümleleri arka arkaya dizebilir hale geldiğimiz için kendimizle gurur duyuyorduk.
Dış politikada, uluslar ve ulus blokları arasındaki güç mücadelelerine odaklanan “gerçekçi” yaklaşımın, savaşı yeryüzünden silerek insanlığı daimi barışa ve adalete kavuşturmanın mümkün olduğuna inanan “idealist” yaklaşıma kıyasla daha güvenilir bir analiz çerçevesi sunduğu tezini, ikisi sıcak, biri soğuk üç dünya savaşının yaşandığı 20. yüzyıl siyasi tarihinden verdiğimiz somut örneklerle, ikna edici bir şekilde savunabiliyor, Kenneth Waltz’un “yapısalcı yeni gerçekçiliğinin”, Hans Morgenthau’nun “indirgemeci geleneksel gerçekçiliğinden” daha “bilimsel” olduğunu ve bize daha doğru ve hassas öngörülerde bulunma imkânı sunduğunu örnekleriyle anlatabiliyorduk.
Avrupa’yı tam ortasından bölen “demir perd”nin ve onun cisim bulmuş hali olan Berlin Duvarı’nın “Batı” tarafına düşen özgürlükçü, dolayısıyla “demokratik” NATO bloğu ülkeleriyle, “Doğu” tarafına düşen komünist, dolayısıyla “baskıcı” Varşova Paktı ülkelerini ezbere sayabiliyorduk. İdeolojik meşreplerimize göre Türkiye’nin NATO bloğuna kapılanmış olmasını bazılarımız bir şans, bazılarımız bir bahtsızlık olarak görüyor, bazılarımızsa “ne Amerika ne Rusya, tam bağımsız Türkiye” sloganında huzur buluyorduk; ama çoğumuz bizim bu “ideolojik tercihlerimizin” uluslararası sistemin dayattığı yapısal kısıtlara tabi olduğunu, uluslararası ilişkilerde çatışmaların “ideolojik görüş ayrılıkları” ekseninde değil, “güç temelinde tanımlanmış çıkarlar” üzerinden yaşandığını, bu nedenle dış politika analizlerimizde bizim hangi bloğun yanında olduğumuzun çok da bir önem taşımadığını “biliyorduk”.
Ve bir kaç ay sonra diplomamızı alıp, artık dışişleri bakanlığında mı olur, bir gazetenin dış haberler servisinde mi olur, yoksa bir üniversitenin siyaset bilimi bölümünün asistanlar odasında mı olur kestiremediğimiz, ama dört gözle beklendiğimizden nedense emin olduğumuz bir yerde, uluslararası ilişkiler alanındaki tüm bu uzmanlığımızla Türkiye’nin dış politikasına yön gösterebilecek öngörülerde bulunmak, yorum yazıları yazmak, dersler vermek için sabırsızlanıyorduk. Dünya bize güzeldi!
Sonra, 1989 senesinin 9 Kasım günü, Berlin Duvarı yıkıldı.
Doğu Alman askerlerinin çaresiz bakışları altında, duvarın molozlarının üzerinde dans eden insanların görüntülerini izlediğimde hissettiğim duyguyu çok iyi anımsıyorum: müthiş bir şaşkınlık ve belli belirsiz bir öfke. Evet, Gorbaçov 1985 yılında iş başına geldikten sonra Sovyetler Birliği’nin içinde değişim rüzgârları esmeye başlamış, bu rüzgârlar Sovyet-Amerikan ilişkilerindeki buzları eritmiş, Doğu Avrupa ülkelerindeki komünist rejimleri de sarsmıştı ve biz de bu gelişmeleri merakla takip ediyorduk ama Berlin Duvarı’nın yıkılması yine de hepimizi gafil avlamıştı. Öğrendikçe ukalalığımıza ukalalık katan o fiyakalı kavramsal çerçeve birbirleriyle küresel hegemonya yarışına girmiş süper güçler arasındaki ilişkilerin bazen yumuşayıp, bazen gerilebileceğini ama uluslararası sistemin yapısal özelliklerinin bu tür konjonktürel dalgalanmalardan etkilenmeyeceğini, bu özelliklerin kolay kolay değişmeyeceğini söylüyordu çünkü.
Gorbaçov Sovyetler Birliği’ni istediği kadar açabilir (Glasnost), yeniden yapılandırabilirdi (Perestroika). Amerika ile Orta Menzilli Nükleer Silahların Sınırlandırılması anlaşması imzalayabilirdi. Macaristan’ın Avusturya ile sınırını açmasına, Polonya’da komünist olmayan bir hükümetin seçilerek iş başına gelmesine ses çıkartmayabilir, “Brejnev Doktrini”nin yerine, Sinatra Doktrini’nin geçtiğinden dem vurabilirdi. Ama iki kutuplu dünya düzeni daim kalırdı. Berlin Duvarı yıkılmaz, Almanyalar birleşmez, Soğuk Savaş bitmezdi.
Gelgelelim Berlin Duvarı yıkılıyordu işte! Almanyalar birleşiyor, Doğu Avrupa ülkelerindeki Sovyetler Birliği yanlısı komünist partilerin hakim olduğu rejimler yerlerini teker teker Amerikalı siyaset bilimcilerin adına “poliyarşi” dediği, çok partili, seçimli sistemlere bırakıyordu. İki kutuplu dünya düzeni sona eriyor, onun yerine yeni bir dünya düzeni kuruluyordu. Ne var ki bizim elimizdeki kavramsal araçlar, ne eski düzenin neden çöktüğünü açıklamaya, ne de yerine gelecek yeni düzenin neye benzeyebileceği hakkında akıl yürütmeye yetiyordu. Berlin Duvarı’nın molozları üzerinde dans eden o insanları izlerken, kendi kendime “Uluslararası ilişkiler uzmanlığım buraya kadarmış,” dediğimi hatırlıyorum. “Dört yıl boyunca öğrendiğim her şey, ben daha diplomamı alamadan, Berlin Duvarı’nın molozlarının altında, çöpe gitti. Belli ki bu insanların, uluslararası sistemin dayattığı yapısal kısıtlardan haberleri yok. Haberleri olsa benim daha almadığım diplomamın üzerinde böyle keyifle tepinirler miydi hiç?”
Berlin Duvarı’nın yıkılmasından üç şey öğrenebileceğimizi düşünüyorum. İlk olarak, dünya siyasetinde neyin, neden yaşandığını açıklama ve hassas öngörülerde bulunma imkânı vaat eden iddialı “kavramsal çerçevelerin” en fazla içinde yazıldıkları tarihsel bağlamla sınırlı bir geçerlilik iddiasına sahip olduklarını, bu tarihsel bağlam değiştiğinde onların da açıklayıcılıklarını yitirdiklerini, hatta tam aksine akışkan, içinde belirsizlikler, bilinmezlikler, fırsatlar ve tuzaklar barındıran, karmaşık değişim süreçlerini anlama ve anlamlandırma çabalarına ket vurduklarını öğrenebiliriz. İçinde devletler dışındaki aktörlere, güç temelinde tanımlanmış çıkarlar dışındaki düşünsel, ahlâki ve insani saiklara ve güvenlik endişelerinden başka duygulara yer vermeyen bir analiz çerçevesi, Soğuk Savaş döneminde “gerçekçilik” iddiasında bulunabilirdi belki. Ama Soğuk Savaş sonrası dönemde bu yeni dönemin sunduğu “demokratikleşme” fırsatlarına uygun, bu fırsatları kullanmak isteyen aktörlere yön gösterebilecek yeni kavramsal araçlara, kimbilir belki bir “küresel demokratikleşme teorisine” ihtiyacımız vardı. Belki “idealizm” alerjimizi yenip Kant’ı yeniden okuyabilir, onun “ebedi barış” projesini güncellemeye çalışabilirdik. Belki “adalet” kavramını dünya politikasına dahil edebilecek bir “küresel adalet” yaklaşımı geliştirebilirdik. Belki uluslararası insan hakları hukuku ile ulusal demokrasiler arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışabilir, bu ilişkinin güçlendirilmesinin yolları üzerine düşünebilirdik. Zira Soğuk Savaş sonrası dünyası bizden tam da böyle bir “idealizm” bekliyordu. O dünyada idealizm, yeni gerçekçilikti.
Nitekim Soğuk Savaş sonrasının ilk on yılı, bir yandan o güne dek siyaset kuramına çok da bulaşmamış uluslararası ilişkiler kuramcılarının Hobbes, Locke, Rousseau ve Kant gibi siyaset felsefecilerinin klasik eserlerini yeniden okudukları, bir yandan da o güne dek uluslararası ilişkiler alanını kendi haline bırakmış siyaset kuramcılarının, uluslararası ilişkiler alanında söz söylemeye başladıkları bir dönem olarak yaşandı. İlk gruptan aklımda kalan, R. B. J. Walker’ın 1993 yılında yayımlamış Inside/Outside: International Relations as Political Theory (İçerisi/Dışarısı: Siyaset Kuramı Olarak Uluslararası İlişkiler) başlıklı kitabı var. İkinci grupta, ise aklıma John Rawls’un yine 1993 yılında yayımlanmış, 2007 yılında Türkçeye de çevrilmiş olan Siyasal Liberalizm ve Halkların Yasası ile Jürgen Habermas’ın ilk olarak 1992’de yayımlanmış Between Facts and Norms (Olgularla Normlar Arasında) ve 1990’larda yazdığı denemelerinin derlendiği The Postnational Constellation (Ulus-ötesi Dizilim) kitapları geliyor. Ve tabii, bir de, David Held ve Daniel Archibugi’nin ilk olarak 1995 yılında yayımlanmış Cosmopolitan Democracy and Global Order (Kozmopolit Demokrasi ve Küresel Düzen) isimli kitaplarını anmalıyım. Bu literatürdeki tartışmaların önemlerini hâlâ koruduklarını düşünüyorum -ya da aslında, birazdan anlatacağım nedenlerle “umuyorum” desem daha doğru olur sanırım.
9 Kasım 1989 tarihi, ikinci olarak, bize şunu hatırlatmalı: Devlet zoruyla, özgürlükleri pahasına eşit yaşatılan insanlar, özgürlüğe koşarken önlerine çıkan duvarları yıkabilirler. Zira Soğuk Savaş’ın kaybedeninin kim olduğu konusunda hiç şüphe yoktu: Kaybeden Brejnev’in veciz tanımıyla “gerçekte var olan sosyalizmdi”. 20. yüzyılın başında küresel hegemonya yarışına girişmiş üç ideolojiden ikisi, komünizm ve liberalizm, önce ele ele verip, faşizmi İkinci Dünya Savaşı’nın molozlarıyla birlikte çöpe atmışlar, sonra da birbirleriyle yarışa tutuşarak, dünya halklarına eşitlik ile özgürlük arasında, aslında yapmak zorunda olmadıkları bir tercih dayatmışlardı. Ve insanlar, Berlin Duvarı’nı yıkarak, özgürlüğü eşitliğe, liberalizmi “gerçekte var olan sosyalizme” tercih ettiklerini göstermişlerdi.
Evet, Soğuk Savaş’ın kaybedeni “gerçekte var olan sosyalizmdi” ama kazananının “gerçekte var olan demokrasi” olduğunu söyleyebilir miydik? Berlin Duvarı’nın yıkılmasını takip eden ilk yıllarda bunu söyleyen çok insan olmuştu ama sanırım bunlardan en akılda kalanı, liberalizmin 20. yüzyılda kendisine meydan okuyan iki rakibini eleyerek tek ideoloji olarak ayakta kalmayı başardığını, dolayısıyla artık tarihin sonuna ulaştığımızı söyleyen Francis Fukuyama idi. Bir de tabii, Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezine temelde katılmakla birlikte, ona bir şerh düşme ihtiyacı hisseden Samuel Huntington’ın “medeniyetler çatışması” tezini anmak lazım. “Hop, hop,” demişti Huntington Fukuyama’ya mealen, “tamam, komünizmi yendik de, daha sırada Batı-dışı medeniyet projeleri var. Tarihin sona ereceği varsa da, bu benim bahsettiğim medeniyetler çatışması da yaşandıktan sonra sona erer ancak!”
Ancak otuz yılın ardından o günlere baktığımda, atılan bu zafer çığlıklarının o dönemde içimde yarattığı “yok artık” hissiyatının çok da yanıltıcı olmadığını düşünüyorum. Zira özellikle 2008-2012 küresel Ekonomik Krizi’nden sonra, Berlin Duvarı’nın yıkılışı bize öğrenmemiz gerektiğini düşündüğüm üçüncü dersi de verdi: Evet, özgürlükleri pahasına eşit yaşatılan insanlar, özgürlüğe koşarken karşılarına çıkan duvarları yıkabiliyorlardı ama, eşitlikleri pahasına özgürleşen (ya da özgürleştirilen) insanlar da, özellikle dünya nimetlerinden aldıkları pay kısıldığında, gerisin geriye “eşitliğe” değil, “faşizme” -ya da son dönemde kullanılan kibar ifadesiyle “sağ popülizme”- koşabiliyorlardı. Öyle olmasa Rusya’da Putin, Amerika’da Trump, Macaristan’da Orban, Polonya’da Morawiecki, Brezilya’da Bolsonaro iktidara gelebilir, Avusturya’da aşırı sağcı FPÖ iktidar ortağı olabilir, Almanya’da eskiden Doğu Almanya sınırları içinde kalan eyaletler, sağ popülist AfD’nin kaleleri haline gelebilirler miydi?
Soğuk Savaş’ın kaybedeni insanlara özgürlük pahasına eşitlik vaat eden “gerçekte var olan sosyalizmdi” belki, ama kazananı da insanlara “eşitlik” pahasına “özgürlük” vaat eden “gerçekte var olan Batı demokrasileri” olmadı. Çünkü özgürlük pahasına eşitlik vaat eden bir sosyalizm modeline sosyalizm demek ne kadar saçmaysa, eşitlik pahasına özgürlük vaat ederken, on yıllar önce ıskartaya çıkartılmış bir ideolojiyi diriltip, yeni yeni faşizmler üretebilen bir demokrasi modeline “demokrasi” demek de o kadar saçma. Fukuyama da, Huntington da yanılmışlardı yani. Soğuk Savaş bittikten sonra ne tarih sona erdi, ne de dünya tarihinin içinde yaşadığımız bu yeni dönemini tanımlayan çatışma Batı Medeniyeti ile Batı-dışı medeniyetler arasında geçiyor. Yeni dönemin çatışması bir yanda, Amerika’nın, Avrupa’nın, Ortadoğu’nun, Asya’nın yerel renklerine bürünmüş faşizmlerle, öte yanda insanlığı tüm renkleri, tüm farklılıklarıyla kucaklamaya çalışan ve onlara eşitlik ve özgürlüğü aynı anda vaat edebilen “idealist” demokrasi modelleri arasında yaşanıyor -ya da yaşanmalı mı desem acaba?
Yukarıda andığım küresel adalet ve demokratikleşme tartışmalarının, özellikle de Rawls ve Habermas’ın külliyatlarının hâlâ önemlerini koruduklarını ummamın sebebi de bu işte. Zira bu düşünürlerden her ikisi de Soğuk Savaş koşullarının bize dayattığı ve Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte unutulması gerekirken varlığını hâlâ sürdüren eşitlik ve özgürlük arasındaki yanlış karşıtlığı kavramsal olarak aşmaya çalışan düşünürler. Liberal gelenekten gelen Rawls, özgürlüğü eşitlikle, sosyalist gelenekten gelen Habermas ise, eşitliği özgürlükle buluşturmaya çalışan kavramsal modeller sunuyorlar bize. Ve benim naçizane kanaatim o ki, bu modellerden feyiz alan küresel bir “demokratikleşme” mücadelesi mümkün olmazsa, Berlin Duvarı’nın yıkılışının kırkıncı yıl dönümünde, korkarım Soğuk Savaş’ın asıl kazananının, öldü zannettiğimiz faşizm olduğunu yazmak zorunda kalacağız -tabii yazabilirsek.
Velhasıl, Berlin Duvarı yıkılalı otuz yıl olmuş ama, göründüğü kadarıyla idealizm, hâlâ yeni gerçekçilik. Değilse bile, öyle olmalı.