İklim değişikliği meselesi son yirmi beş yıldır konuşuluyor olmasına rağmen, son on yıldır alarm zilleri en yüksek seviyeden çalmaya başladı. Bu kuşağın çocukları ve gençleri kendi rutinlerini bir kenara bırakarak bu mesele için kafa yormaya başladılar. Büyüklerin bu kadar umursamazca davrandığı iklim değişikliği meselesi, çocuklar ve gençler için onları okullarındaki derslere girmeyerek dünyanın en önemli gündemi olmalarını sağlayacak grevleri örgütledikleri bir mesele haline geldi. Neden? Çünkü bu çocuklar ve gençler fark ettiler ki iklim meselesi bugün çözülmediği takdirde, gelecekleri için plan yapmak anlamsız ve boşuna. Büyüklerden daha net bir şekilde kavradıkları ve tepki göstermek için beklemedikleri bu meselede söz konusu olan, onların içinde yaşamak zorunda olacakları dünya. Çok haklı oldukları tartışma götürmeyecek kadar açıktır ki bugün yaptıkları (ya da yapamadıkları) doğrudan kendi gelecek planlarına dahildir.
Bugüne kadar küresel iklim değişikliği, yanlış bir bakış açısı ile sera gazı emisyonları, sıcaklık artışları ve deniz seviyesinin yükselmesindeki artışların iklimi belli seviyelerde kötüleştirdiği varsayımına dayandırılarak açıklanmaya çalışılmıştı. Fakat 2014 yılında dünyanın en büyük genel bilim derneği olan "American Association for the Advancement of Science" tarafından yayımlanan raporla bu etkinin sanılandan çok daha kötü ve büyük olduğu anlaşıldı. Bu raporda söylenen tam olarak şuydu: Jeolojik kayıt inceleme sonuçları değerlendirilmiş ve “iklimin bir elemanında yaratılan görece küçük değişikliklerin bir bütün olarak iklim sisteminde nasıl ani ve büyük değişikliklere neden olduğu” ortaya konulmuştu. Bu rapordaki sonuçlar şu anlama geliyordu: Yeryüzündeki sıcaklık artışları belli seviyeleri geçtiğinde geri dönülemez şekilde ani ve önceden kestirilemez, büyük çaplı hasarlara yol açar ve kitlesel ölümlere neden olan yıkımlar yaratır. Bu aşamadan sonra ise sera gazı emisyonlarını sıfıra indirmek çoktan harekete geçmiş süreçleri durdurmada artık imkânsızlaşır. İşte alarm zillerini en üst seviyeden çaldıran (ya da daha fazla çaldırması gereken) bu gerçekliktir.
Bilimsel raporlar neden göz ardı ediliyor?
Tüm bunların uzun zamandır biliniyor olmasına rağmen, iklim meselesini dünyanın geleceği için yaşamsal bir kriz olarak görememek (veya bilerek görmemek) bu bilgilerin ulaştırılamadığı (veya bilerek ulaştırılmadığı) kitleler için büyük bir sorundur. Diğer taraftan, bu bilgilere sahip olduğu halde, bu gerçekleri görmezden gelen, bilerek çarpıtan veya duyulmasını engellemek için çalışan tarafların yaptığı ise insanlık adına ihanettir. İklim meselesi artık iki tarafı olan bir ölüm kalım savaşı halini almıştır. Bu savaşın taraflarından biri, iklim felaketinden doğrudan etkilenecek, bu felaketin sonuçlarına karşı bireysel olarak önlem alamayacak ve korunamayacak, ve (burası aslında en can alıcı bölüm) felaketi doğrudan yaratmamış olan insan topluluklarıdır. Diğer tarafta ise bu felakete, doğrudan aktiviteleri ile yol açan küresel şirketler, bu şirketlerin yaratmış olduğu emisyon artışlarını sınırlamaktan imtina eden ve büyüme ekonomisi politikaları ile bu şirketleri destekleyen hükümetler ve bu iki tarafın hizmetinde olan “çevre” örgütleri, basın ve uluslararası kuruluşlardır. Bu ikinci taraf sürekli ve artan bir şekilde karbon emisyonlarını artırmaya ve ekonominin sürekli büyümesi gerektiğine bizi inandırmaya çalışarak somut hiçbir adım atmamaya devam ediyor ve bunun karşısında yer alan çok açık ve net bilimsel verileri bilinçli bir şekilde manipüle etmeye çalışıyor. Durumun ne kadar acil olduğu bu kadar açıkken biz hemen yarın fosil yakıt tüketimini ciddi oranda azaltıp, yenilenebilir teknolojiye dayalı sıfır karbonlu enerji kaynaklarına geçmeye başlayabilir ve on yıl içinde bu kapsamlı geçişi tamamlayabilecek teknolojiye sahipken, insanlığın ortak çıkarlarının karşısında olan taraf kılını bile kıpırdatmamakta direniyor. Vaatler veriyor, önlemler aldığını söylüyor ve belki de gerçekten bir orta yol bulmaya çalışıyor (olabilir). Ancak gelinen son noktada bunlar için artık çok geç.
Gençler bilimsel uyarıların dikkate alınmasını istiyor
İklim meselesini dert edinmiş gençlerden en ünlüsü Greta Thunberg. Greta kısa bir zamanda tüm dünyada daha çok öğrencilerin desteklediği büyük “Cuma Günü Okulu Asma” (Fridays For Future) grevleri örgütleyebildi. Bu genç kızın yeni teknolojiye yatırım yapan dev fonlar, vakıflar ve içinde Birleşmiş Milletler’in de olduğu bir dizi uluslararası kurum tarafından gündemin birinci maddesi yapılmış olmasını şaibeli bulabilirsiniz. Hatta bu kirli kurumların bize gelecek ümidi için sunmaya çalışıp parlattığı PR çalışması bile diyebilirsiniz. Her ne kadar bu varsayımlar (bir tür teoriler diyelim, komplo demek istemiyorum) doğru bile olsa önemli olan şu ki, Greta her seferinde “Fosil yakıtları çıkarmayı hemen yarın durdurmalısınız” diyerek davet edilmiş olduğu tüm kürsülerde aynı cümleyi haykırdı. Şu âna kadar bu duruşundan ne geri bir adım attı ne de bu tavrını yumuşattı. Bu slogan aslında iklim meselesinin özetidir. “Fosil yakıtları çıkarmayı hemen yarın durdurun” demek bu noktada olabilecek en doğru ve en radikal tutumdur. Küresel iklim krizindeki en gerçekçi, en acil ve en kesin çözüm sloganıdır. Kapitalist üretim ve küresel sermayenin yüzüne atılan tokat gibi olması gerekeni en saf hali ile dolaysız söylemektir. Arkasında ne aramaya çalışırsak çalışalım; Greta haklı hanımlar! (beyler!)
İklim için acil durum ilan etmeliyiz
İklim meselesinde teknolojik çözümlerin yeterli olmadığı görüşü doğru değildir. Yenilenebilir enerji kaynakları rüzgâr ve su, fosil yakıtlardan çok önce insanlar tarafından keşfedilip kullanılan kaynaklardır ve depolanıp yenilenmeleri daha ucuz etkin ve kolaydır. Sadece sıfır karbonlu yaşam konusundaki deneyimlerimiz küçük örneklerle sınırlı kaldığından ne yazık ki bu alandaki gelişmelerde sınırlı kalmıştır. Var olan teknolojik gelişmişlik düzeyi bu geçişi sağlayacak güçtedir. Tabii ki bu geçişten sonra da denizler yükselecek, fırtınalar çıkacak fakat felaket düzeyinde yükselen küresel ısınmayı kontrol altına alabilmek için şansımız daha fazla olacak.
Ancak şu durumda görünen o ki biz bu kötü gidişi durdurmak yerine var olan yangını üzerine benzin dökerek büyütüyoruz.
2009 yılında küresel düzeyde yaşanan finansal kriz esnasında görülen küçük miktardaki düşüş dışında, emisyon oranları 2010 da %5,9’la yüksek bir artış gösterdi.[1] 2013 yılındaki emisyon oranı iklim anlaşması müzakerelerinin başladığı yıl olan 1990’daki oranın %61 daha fazlasıydı. Bilim insanlarına göre bu artış sanayi devriminden bu yana yaşanan en büyük mutlak artıştır. Bu verilere bakarak şu sonuca ulaşmak mümkün görünüyor. Yangının çıkışından itibaren ve söndürme çabalarının başladığı dönemler boyunca hakim ideoloji kapitalizmdi ve emisyonların azaltılması yönünde atılacak adımlar kendisini büyük bir krize sokacağı gerekçesi ile bu yöndeki mücadeleyi engellemek için elinden geleni yaptı. Bu noktada elimiz ayağımız bağlandı çünkü felaketi önleme konusunda bize en iyi fırsatı sağlayacak (ve bütün insanlık yararına işleyecek) olan adımlar, küresel ekonomiyi, siyasal işleyişi ve önemli medya kanallarının büyük kısmını hakimiyeti altında bulunduran bir elit kapitalist azınlık nezdinde müthiş bir tehdit oluşturuyordu.
Naomi Klein’ın 2014 yılında yayımlanan kitabı İşte Bu Her şeyi Değiştirir (çev. Osman Akınhay, Agora, 2015) iklim konusunda yayımlanmış en kapsamlı inceleme ve değerlendirmeleri içeren çalışmalardan biridir. Naomi Klein’ın çarpıcı bir şekilde dile getirdiği gibi:
“Bizim açımızdan en büyük talihsizlik, hükümetler ile bilim insanlarının sera gazı emisyonlarında ciddi kısıtlamalara gitmeyi konuşmaya başladıkları yıl olan 1988’de, Kanada ile ABD arasında dünyanın en kapsamlı çift taraflı ticaret ilişkisini temsil eden ve daha sonra genişletilip Meksika’nın da dahil edilmesiyle Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması NAFTA’ya dönüşecek olan ticaret anlaşmalarını imzalamalarıyla ‘küreselleşme’ diye adlandırılacak olan sürecin şafağının aynı yıla denk gelmesidir.”
Bu birbiriyle taban tabana zıt süreçlerdeki taraflardan, emisyonları azaltmak üzerine yapılan görüşmelerin yer aldığı 1. Taraf, üzerine çok konuşulan fakat hedeflerine bir türlü ulaşılamayan iklim sürecidir. 2. Taraf ise zaferden zafere koşan büyük şirketlerin küreselleşmesi sürecidir. NAFTA, çokuluslu şirketlere, mallarını mümkün olduğunca ucuza üretip ve mümkün olan en az kurala bağlı kalarak ve mümkün olan en az vergiyi ödeyerek dünyanın en uzak noktasına satmalarında sınır tanımayan ve dünya çapında sermayeye özgürlük getiren anlaşmalara dayanıyordu. Söz konusu politik gelişmelerin dünyaya gerçek maliyeti, finans piyasalarının istikrarsızlaşması, süper zenginlerin mal varlıklarının aşırı boyutlara varması ve giderek daha fazla görmezden gelinen yoksulluk ve açlık sınırında yaşayan insanlar ile kamu altyapı ve hizmetlerinin çökmesi olmuştur. Sürekli büyüme ve kâr artışına odaklanmış bir ideoloji, tüm bu yıllar boyunca iklim meselesini hep oyalamak üzerine askıda tutmayı başarmıştır. Bu meselenin çözümünde teknolojik olarak yeterli imkânlara sahip olmamıza rağmen, büyüme odaklılık bu imkânları kullanmamız önündeki en büyük engeldir.
Büyüme ekonomisi merkezli politikaların sabote etmesi sonucu fosil yakıtlardan acilen vazgeçilmesi gerekliliği iklim tartışmalarının yapıldığı büyük toplantılarda birinci gündem maddesi olamamıştır. Bu konu nasıl gündem olabilir ki? Serbest piyasa ekonomisinin yüceltildiği, kamusal alanın ise sistemli bir şekilde parçalandığı bir dönemde hükümetler nasıl sıfır karbonlu kamu hizmetlerine yatırım yaparak, fosil yakıtı sağlayan şirketleri kurallara bağlayıp vergi ve ceza koyabilir. Serbest piyasa ekonomisinin güçlendiği 90’lı yıllara tekrar dönersek, dünyadaki emisyonlar ortalama %1 oranında artarken, 2000’li yıllara gelindiğinde, Çin gibi hızla gelişen yeni pazarların kapitalizme entegrasyonu ile emisyonlardaki artış yılda %3,4’lere ulaştı.[2] Bu hızlı artışın nedeni, kapitalist ideolojinin, ürünlerin çok uzun mesafelere (muazzam bir karbon salınımı ile) topluca ihraç edilmesinin, büyümekte olan ekonomiler için bir zorunluluk olduğuna bizi ikna etmiş olmalarıdır. Bu ekonomik büyüme hedeflerinin gezegenimize maliyeti tam olarak karbonun atmosfere yayılması, bunun sonucu ısının atmosferde yüzyıllarca depolanarak kalmasıdır. Sonuçta ısınma kümülatif olarak artar ve geri dönüşü olmayan sonuçlara yol açar. Son yirmi beş yılda o kadar büyük bir hızla karbon salınımı yapılmıştır ki uluslararası düzeyde dünyanın ısınmasını 2 derecenin altında tutmak üzere yapılan anlaşmalara uyulması için bu ısınmaya en büyük katkıyı sağlayan zengin ülkelerin emisyonlarını yılda %8-10 oranında kısmaları gerekir. Bu ülkelerin parçası olduğu kapitalist sistem için %8-10 emisyon azaltmak, bu ülkeleri büyük bir krize sokmak demektir.
Bir başka talihsizlik noktası, emisyon oranlarını en az artıran az gelişmiş yoksul insanların yaşadığı ülkelerin, iklim felaketinden en fazla etkilenmeye başlamış olmalarıdır. Bu felaketten zenginlerin de etkileneceği ve bu yüzden hep birlikte çözüm aramamız gerektiği yolundaki düşünceler fazla iyimser bir bakış açısının ürünüdür. Üstelik tablo gösteriyor ki, Dünya nüfusunun en fakir yarısı –3,5 milyar insan– karbon emisyonlarının sadece yüzde 10’undan sorumlu iken, en zengin yüzde 10 sera gazlarının yaklaşık yarısından sorumlu. Ve 2015’teki bir Oxfam raporuna göre en zengin yüzde 1, %10’luk kısmın en altındaki birinden 175 kat daha fazla karbon kullanıyor. Bu hakim ideolojinin ne kadar adaletsiz bir sistem kurduğunun gösterge tablosudur. Buna ek olarak küresel su tüketiminin 1990-1995 yılları arasında %600 oranında arttığı ifade ediliyor. Nüfus artışı ve buna bağlı endüstriyel gelişme devam ettikçe bu talebin de artacağı tahmin ediliyor. Az gelişmiş ülkelerdeki kişi başı ortalama su tüketimi gelişmiş bir ülkedekinin ancak (örneğin Kanada) %1-2’sini oluşturuyor.
Gelinen noktada çıkan sonuç şudur ki, iklim değişikliğinin ilk hissedilip önlem alınması gerekliliğinin ortaya çıktığı yıllardan bugüne, serbest ticaret, piyasa ekonomisi ve bir bütün olarak kapitalist kurallar içerisinde kalınarak bir yere varılamamıştır. Önlem almak bir yana emisyonları artırarak geri dönülmez bir noktaya, kitlesel toplu ölümlerin yaşanmaya başlandığı seviyelere gelinmiştir. Bugünden sonraki süreç artık tartışmasız bir şekilde sert önlemlerin, (küresel sermayenin hoşuna gitse de, gitmese de) bu emisyon artışlarında neredeyse ihmal edilebilir düzeyde pay sahibi olan insanlar lehine acilen ve zorla alınmasıdır.
İklimi değil, sistemi değiştir
Bu konuda asıl çözüm noktası ise insanların yeniden kolektif bir şeyler yapabilme yeteneklerinin harekete geçirilmesidir. Büyük iktisatçılar bizi yıllar boyunca insanların bencil ve açgözlü olduğuna o kadar net ikna etmiştir ki araştırma sonuçları birçok insanın iklim konusunda hiçbir olumlu gelişmenin olamayacağı fikrini içselleştirmiş olduğunu gösteriyor. İşte bu yüzden ortada büyük bir kriz olduğu halde büyük çoğunluğumuz hiçbir şey olmamış gibi günlük hayatımıza devam ediyoruz. Naomi Klein’ın kitabında söylediği gibi:
“Neo-liberalizmin en zarar verici mirası hiç şüphesiz budur: Neo-liberalizmin uğursuz vizyonunun gerçekleştirilmesi, yalnızca kendimizi koruyamamakla kalmayıp, esasen korunmaya değer de bulunmadığımıza inanmamızı sağlayacak şekilde bizi birbirimizden ayırıp yalnız bırakmıştır.”
Bugüne kadar harekete geçemememizin sebebi, hakim ideoloji ve onun yaratmış olduğu iktisadi paradigmadır. Tüketim alışkanlıklarımız ve bu kapitalist ekonomi ile kurmuş olduğumuz ilişki bizi kolektif hareket etme yeteneğimizden koparıp bireysel yaşam tarzına hapsetmiştir. Bu zincirlerimizden kurtulmanın tek yolu onların varlığını kabul ettikten sonra kırmaktır.
[1] Glen P. Peters vd. (2011). “Rapid Growth in CO2 Emissions After The 2008-2009 Global Financial Crisis”, Nature Climate Change, 2(1): 2-4.
[2] Andreas Malm (2012). “China as Chimney of the World: The Fossil Capital Hypothesis”, Organization & Environment, https://doi.org/10.1177/1086026612449338