Aslı Erdoğan’ın Orfeus Bakışı

Bütün mülteci aydınlar sakat kalmış insanlardır ve kendi gururlarının kapalı odasında bu gerçeği birdenbire anlayarak daha da sarsılmak istemiyorlarsa eğer, zayıflıklarını en başta kendi kendilerine itiraf etmeleri yerinde olur.

- Theodor W. Adorno

Bu yıl on altıncısı düzenlenen Selanik Kitap Fuarı’nda kendime göre bir şey bulamadığım için üzgün ve amaçsızca dolaşıp gözlerim kitaplara dadanırken, isminin harflerini okumaktan memnun olduğum birini gördüm, bu harfler Aslı Erdoğan’a ait idi. Stant görevlisiyle kısa bir konuşmadan sonra ertesi gün ne yapacağımı biliyordum. Aslı Erdoğan Yunancaya çevrilen kitabı için söyleşiye geliyordu, mutlaka gitmeliydim.

*

Oldukça zarif, naif ve mütemadi özür dilercesine nefes alan hafif adımlı ama örselenmiş bir yaşamın, bedenin ya da bilincin başka bir dilde, kendisini hiç de evinde hissetmediği bir dilde konuşmasını dinliyorum. Sesi biraz çatallı. “Hep haksızlığa uğramış, ama hiç devrilmemiş, teslim olmamış, ölmemiş gibi.” Onu dinleyen ilgili bir kalabalık ve katılımcıların dikkatli soruları. Özdeşleşmeye karşı mesafeyi koruyan, hikâye anlatıcısı olmayan, Anadolu geleneğini taşımayan, kendi ülkesinde pek çok şeylerden suçlandığı gibi özgün olmamakla da suçlanan bir yazar. Fakat kendini “insanlık durumu”nu anlatmaya adamış birinin anonimleşmesi kaçınılmaz. Bu onun zayıflığından ziyade gücü de olabilir pekâlâ. Pek çok temadan ve metafordan söz ediliyor, Yara, ikiye kesilmiş yüz, açıklık, kapanmaz boşluk, doldurulamaz yokluk. Tüm öykülerim bir dil oyunu, diyor, dilde var olan ve dil ile var olan karakterleri, ve ilgilendiği şey benliğin kuruluşu ve yıkımı elbette. Mitolojiye olan ilgisinden söz ediyor, ortak hikâyeler arıyor, temel hikâyeler. Ama sanki ihanete uğramış, tüm dünyanın ve edebiyatın, dilin, bedenin, bakışın ihanetine. Bir kök ya da asli bir insan öyküsü arayışının devindiricisi.

Aslı Erdoğan’ın ince bedeni, kabuk arayan açık yaralarını örtercesine konuşurken eğdiği başı ve bakışları Walter Benjamin’in sözünü ettiği Tarih Meleği’ni hatırlatıyor. Böylesi bir sürgünde gözleri dehşet ve hüzünle karışık geçmişe bakıyor:

“Klee’nin ‘Angelus Novus’ adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek… Ama Cennet’ten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır…”

*

Kırmızı Pelerinli Kent’ten bahsederken Orfeus’tan söz açılıyor ister istemez. Ölüler ülkesinden alıp gideceği Eurydice’yi almak varken ölümlülüğünü keşfeden varlık. Bir hata mıydı o bakış? Tanpınar, “Her sanat eserinin başında bir Orfeus hikayesi vardır. Ölüm diyarından sarışın Eurydice’yi geri almak,” diyordu. Yaşamımızı ölüm diyarından nasıl geri alacağız? Ölümlü olduğumuzu dehşet içinde keşfederek. Sanıyorum Aslı Erdoğan’ın da dönüp bakmaması gereken, gitmemesi gereken acı verici nokta, bir yer, bir dil var. Yolculuk edemeyeceği bir yer. Ama hep dönüp bakılan. Dönüş olmayınca insan evsiz/yurtsuz kalıyor, dışarısı bir hapishaneye dönüşüyor.

Bugüne kadar böyle yazıyordu aslında, kaçarak, dönerek, dolanarak, bir pergel gibi, bir ayağı sabit, eve döneceğinin bilincinde, Ulysses’in İthaka’sı gibi. Oysa artık bir kaplumbağa gibiyim, diyor Aslı Erdoğan, bir suskunun içinde. Lukacs, “Roman aşkın yurtsuzluğunun edebî biçimidir,” diyordu. Dönüş ise dış dünyanın ve yaşamın birliğinin kurulması ile ilgilidir, bu bakış ulaşılamayan, dolayısıyla tarif edilemeyen hayatın anlamının sezgisel kavrayışıdır. Ama mutlak bir sürgün ne söyleyebilir parçalanmış hafızasını kurmaya çalışırken tekrar etmekten başka? 

Söyleşi bittikten sonra tek bir soru sormak istiyorum ona. Rüyalarınız nasıl bugünlerde? “Duvarlar katılaştıkça düşlerin genişler.” Oysa geniş ya da tehlikeli rüyalar gördüğümüzden emin olamıyorum, gündelik hayatın şiddetini, yapısal şiddeti, taş binaların şiddetini görmekten azade rüyalar pek az. Hapishane rüyaları geliyor ara ara, diyor. Beklediğim bir cevabı veriyor. Türkiye’nin imgesi geri geliyor mu, diyorum, yani Kavafis haklı mı? Evet, diyor, haklı. Üstelik kurgusal bir ülke kurmaya başlıyorsunuz belli bir süre sonra, diyor. Türkçeyi sevdiğini biliyorum, dil deneyimini soruyorum, başka bir dilde yeniden doğmak çok zor, ben yapamam diyor. Ölümlülüğün buruk tadını bilse dahi dönüp bakılacak bir Eurydice olmayınca yazı nasıl mümkün olabilir?

*

Boşluğu anlatmak, yıkımı, özyıkımı, anlamı aramak, ölüme bakış fırlatmak, ister Eurydice gibi, ister Ulis’in Bakışı gibi. Karşılaştığımız kentin cilvesi bu ya, Ulis’in Bakışı filminin açılış sahnesi ya da filmin bize ilk bakışı Selanik’ten başlıyordu. Filmden mırıldandığım bir replik ne kadar uygun: “Daha kaç sınır geçmesi gerek insanın evine varabilmesi için?” Kısa sohbetimiz bittiğinde fuar alanından Exit/Exodos yazan kapıya doğru ilerliyorum. Exodos, çıkış, daha doğrusu sürgün. “... her seferinde daha insan, yeniden, yeniden başlarsın aynı sürgüne.”

Yaşama azabını dindirmek ya da boşluğu doldurmak için çabalayan, ne entelektüellik, ne bilgi peşinde, yalnızca ölümüne dek taşıyabileceği bir cümle arayan Aslı Erdoğan’a tekrar dönüp bakmalı mı? Daha da ötesi bunca zamandır, tarifi imkânsız olana, Ötekiye, Özneye, Özgürlüğe, Öridikiye ve Ölüme adanmış bir Aslı Erdoğan var. Peki biz onun yokluğunu ifade edebilecek bir dile sahip miyiz?