Salgının Bize Söylediklerini İşitmek İstiyor muyuz?
Erdoğan Özmen

Hemen hepimiz, biz sıradan insanlar, belli başlı örgütlerin temsilcileri, iktidarların bilim kurulları, çeşitli hükümet yetkilileri/devlet başkanları aynı biçimde tepki vermiyor muyuz: ya paniklemiş halde, kaygı ve korku içindeyiz ya da tam diğer kutba yerleşerek, demek hala aynı panik ve kaygı zeminini muhafaza ederek alacağımız tedbirler sayesinde nasıl sakin ve sağduyulu kalabileceğimizi düşünüyor, konuşuyoruz. Ya ‘aşırı’ ve 'irrasyonel' biçimlerde davranıyor ya da durumu yeterince ciddiye almadığımızı gösterecek biçimde fazlasıyla ‘iyimser‘ pozu takınıyor, dahası kibirli sayılabilecek bir umursamazlık, temkinlilik ve kayıtsızlık sergiliyoruz. Ancak birbirine görünüşte zıt gibi görünen her iki zihinsel/duygusal tepkiyle de esasında aynı şeyi amaçlıyor; bizi güçsüz kılan, zihinsel güçlerimizi ve düşünme süreçlerimizi ketleyen belirsizliğe, belirsizlikten kaynaklanan strese karşı bir savunma kalkanı oluşturmaya çalışıyoruz muhtemelen. Böylece daha fena ve kendi anlam sistemimize dahil edilmesi daha imkansız olan kontrol ve sınır kaybı tehlikesine karşı, o tehlikenin müphemliği ve ürkütücülüğüne oranla nispeten daha ‘anlaşılır’ ve somut olan panik/kaygı/korku semptomlarına sığınıyoruz belki de. 

Sadece zaten içinde bulunduğumuz konumları daha da sağlamlaştırma, mevcut yerlerimizi ve ilişkilerimizi tahkim etme, çıplak/biyolojik hayata, saf hayatta kalmaya indirgenmiş hayatlarımıza sıkıca yapışma anlamına gelen söz konusu korku/kaygı tepkilerimizdeki asıl şey, daha ötesini, geleceği düşünmek istememe, gelecekteki zihinsel durumlarımızı iptal etme çabası değil midir? Korku ve dehşetle büzüşme ve paralize olma halinde, demek ki, mevcut varoluş koşullarımızı ve zeminlerimizi muhafaza ederek, şimdinin içinde uç veren başka  imkan ve potansiyelleri düşünmekten, onların izini sürmekten geri durmak vardır. Düşüncede ilerlemeye ve daha ötesine geçmeye cesaret edememek, o imkan ve potansiyellerle karşılaşmayı,  varoluşumuzun koordinatlarını yeniden tasarlamayı, varoluşumuzla mevcut ilişkilenme biçimlerimizi değiştirmeyi göze alamamak, demek kendi düşünme pratiğimize ve o zamana değin düşünülemez olanı düşünme gücü/yeteneğimize ipotek koymak vardır. Böylece baltaladığımız kendi keşfetme, icat etme, öğrenme merakı ve kapasitemizdir. Demek korku/dehşet duygumda, nesnesiyle ya da gerçek durumla ilgisiz/orantısız -ve bir ölçüde kendimin yarattığı- bir aşırılık olduğunda sormam gereken soru; bu duyguma ne tür bir işlev yüklediğim ve böyle hissederek gerçekte istediğim şeyin ne olduğudur. Korku ile istek/arzu arasında bir ilişki olduğu, korkumda arzuma dair bir ipucunun varolduğu anlamına gelir bu. Nesnesinden kopmuş korkumda daima arzuma doğru açılan bir gedik mevcuttur.

Bir salgının ortasında böylesine kimsesiz, çıplak, çaresiz kalakalmışsak eğer, en radikal olasılık ve alternatifleri düşünmeye başlamak hepimizin görevi, boynunun borcudur artık. Bu, hemen şimdi, bir ilk adım olarak eşit ve ücretsiz kamusal sağlık hizmetinin, sağlıklı yaşam hakkının temel bir insan hakkı olduğundan yola çıkan ve bunu yeni bir toplum ve insanlık tasavuruna, bir ortaklığa, işbirliğine, ortak varoluş ufkuna yerleştiren bir görev ve hareket olmak zorunda. Bugün ileri süreceğimiz, uğrunda mücadele edeceğimiz her somut talep (“herkese ücretli izin”, “ücretsiz sağlık hizmeti” vb.), ancak tümüyle farklı bir toplum önerisi bağlamında, başka bir toplumsal tahayyül içinde, yeni işbirliği, karşılıklı yardımlaşma, fedakarlık, dayanışma ve örgütlenme zeminlerinde gerçek anlamına kavuşabilir çünkü. Diğer yandan kendimizi, taleplerimizi ve o talepler için yürüttüğümüz mücadeleyi ciddiye almanın ve değerli görmenin biricik yolu değil midir bu?

Şimdi yapacağımız her seçimin, hiç olmadığı kadar radikal sonuçlar doğuracağı ve kaderimizi uzun süreli olarak belirleyeceği zamanlardayız.                

Yine de, iktidar ve güç sahiplerinin bizimle aynı panik/korku (ya da tam tersi, kayıtsızlık/uzaklık/ilgisizlik) iklimini paylaşıyor görünmelerini ayrı bir yere koymalıyız tabii ki. Birkaç örneği dışarıda tutarsak, hemen hepsinin neredeyse tüm yükümlülüklerinden sıyrılma ve bütün sorumluluğu sırtımıza yükleme isteğindeki bariz sahtekarlık, samimiyetsizlik ve ikiyüzlülüğü, dahası herhangi bir karar almaktan aciz oluşlarını perdeleyen bir işlevi yok mu görünüşteki o duygu birliği gösterileri ve söylemlerinin?  Fabrikalarda, sokaklarda, şantiyelerde hala çalışmak zorunda olan onca insanla dalga geçercesine dillendirilen kahredici “evde kal”, “kendi ohal’ini ilan et” buyrukları, rejimlerimizin insanlık-dışı niteliğinin, bir vahşet, acı ve vicdansızlık sistemleri olduğunun apaçık ilanından başka nedir ki? 

Biz böylesine çaresizlik, umutsuzluk, yokluk ve muhtaçlık içinde kıvranıyorken bile  onların ilgisi ve zihinsel meşguliyeti birkaç şirketin çıkarı, büyüme rakamları, yeni doğa talanlarıyla sınırlıymış meğer. Güvenliğimizi tesis etmek, gelecek endişesi ve kaygılarımızı gidermek için direksiyon başında olduğunu varsaydıklarımız, hayatlarımızı üç kuruşluk üretim ve ihracat rakamlarıyla takas etmeye çoktan razı beceriksizler, vicdansızlar ve sefiller ordusuymuş meğerse.

Psikoloji/psikiyatrinin “kaygımızın bizi kontrol etmesine izin vermeyelim”, “sükunetimizi koruyalım ve günlük rutinlerimizi aksatmayalım”, “on adımda kaygıyı ve korkuyu azaltmanın filanca yöntemini uygulayalım”, “stresle baş etmek için şu şu önerilere uyalım”, “asıl tehlike içimizdeki korkudur” filan türü standart öneri ve açıklamalarından daha fazlasına ihtiyacımız yok mu bugün: Şimdiki korku, panik ve dehşet duygularımızda bir aşırılık varsa bile eğer, bu, “her gözeneğinden kan ve pislik akıtan” neoliberal yağma ve talan düzeni tarafından uygunsuz biçimde ümitlendirilmiş olmamızla ilgili değil mi? Tek başımıza en temelde çaresiz ve kendi kendine yetemeyen varlıklar olarak, rejimlerimizin bol keseden vaatleri ve ürettikleri yanılsamalarla derin bir uyuşukluğa sevk edilmiş, bilerek bu uyku halini sürdürmüş olmamızın hayal kırıklığı, öfkesi ve hıncı değil mi bugün karşı karşıya olduğumuz şey? En radikal ve muhalif olanlarımızda bile, küresel kapitalist sistemin her şeyin üstesinden geleceği, her çatlağı ve aksamayı eninde sonunda onaracağı, en olmadık çareleri üreteceği  ve ömrünü sürdüreceğine -şimdi bir yarasanın hapşırmasıyla alt üst olmuş bu devasa çarkın- ilelebet dönmeye devam edeceğine içten içe iman etmiş olmanın şaşkınlığı, hüsranı, hepimizi kuşatan terk edilmişlik duygusu değil mi bugün asıl mesele? Bize mütemadiyen, “bütün yoksunluklarını ve ihtiyaçlarını giderecek ve seni eksiksiz mutluluğa kavuşturacak olan şey, yani ışıltılı her ürün/meta pazarlarımızda bolca mevcut, tutkuyla arzulaman, elini uzatman yeterli olacaktır” nutukları çeken bir sistem, şimdi işte, büyün kurumları, devletleri, örgütleriyle, hepimiz o çaresizlik ve güçsüzlüğün pençesinde kıvranırken “kendi başının çaresine kendin bak” diyerek hepimizi yüz üstü bırakıverdi. Meğerse o nutuklara inandığımız ve bu korkunç tüketim uygarlığına gönüllü olarak sıra neferi yazıldığımız için, kendini yeniden üretip duran iğrenç bir canavarlık düzeniymiş karşımızdaki. Demek korku, panik ve dehşet duygularımızdaki aşırılıkta, verdiğimiz aşırı tepkilerde bir de, bu boşuna ümitlendirilmiş ve temin edilmiş, aldatılmış ve küçük düşürülmüş olduğumuz hakikatinin payı var muhtemelen. Vaktiyle -deyim yerindeyse- aşırı ölçüde uyarılmış ve istismar edilmiş olmamızın. Neoliberal kapitalizm, bir de insanın uygunsuz biçimlerde uyarılması ve istismar edilmesi demektir.  Demek, kelimenin en bayağı anlamında bir hayal dünyasında yaşıyormuşuz meğerse. Sahip olduğumuzu sandığımız hiçbir şeye, hiçbir güvence ve korumaya sahip değilmişiz. Şimdi bir de bu kayıp, üzüntü ve yas duygularını kat etmemiz gerekecek demek ki. Umalım ki bu hüsran, kayıp, yas ve hınç duyguları hayırlı içgörülere vesile olsun. Böylece belki de birlikte yaşamanın, topluluk olmanın bambaşka, daha mütevazi, dengeli yol ve biçimlerini düşünmeye ve keşfetmeye girişiriz.