Nejat İşler ya da İmkânsız Veda
Derviş Aydın Akkoç

Dünyanın en güzel votka içen adamına,

rahmetli ağabeyim Alican’a…

Bazı “değerli anlarla” karşılaştığında “teşekkür etmeyi beceremeyen” bir karakteri; bu karakterin sarsaklıklarını ve heveslerini, ama daha da önemlisi yer yer boğazına oturan sessizlikleri işleyecektir Nejat İşler Miras’ta. Teşekkür –karşılaşmalara duyulan şükran– tam o sıra, yani olay kişinin başına geldiği anda fiiliyata dökülemiyordur, aslında dökülmemelidir de, zira hem şükranın zarif bir minnettarlığa dönüşmesi hem de hafızanın geriye doğru yalnızca olay anını değil, mekânları ve harici failleri de yeniden anımsaması için teşekkürün bazen ıskalanması gerekir. Herhangi bir ânı değerli kılacak yegâne tavır, söz konusu anın geçişine –hatta unutulmasına– müsaade etmek, Goethe’nin Faust’unun “geçme dur, öyle güzelsin ki,” diyerek içine düştüğü an tutulmasına kapılmamaktır. Anlara değerini teslim edecek, hafızanın haris, tutucu ve çığırtkan değil, sakin ve teklifsiz işleyişine imkân tanıyacak olan şey geçişlere boyun eğmektir bir bakıma. Bu meşakkatli tavır yazı ekonomisi için de belirleyicidir: “Değerli anları” aç tüccarlar gibi istiflemekten, yazıya yığmaktan ziyade tasnifleyip ayıklamak, başlangıçları baş tacı ederken sonlara hürmetsizlik edip de hafızanın canını çıkarmamak, hâsılı vedaları hakkıyla icra etmek. Romanın belli ki epeyce hasarlı tecrübelerden sonra kristal bir hakikate dönüşen açılış cümleleri:  

“İyi bir veda kadar lezzetli bir şey yok bu hayatta. Yaşamanın, paylaşmanın, sevmenin sonu geldiği zaman, bunun farkına varıp bitirmelisin. Bitir ki, sonra güzel hatırla, güzel hatırlan.”[1]           

Az daha yüklenilse sıkıcı bir didaktiklikle, biraz daha yüklenilse küstahlıkla sakatlanacak bu cümlelerdeki tona da tam vaktinde veda edilir: zira lezzetin ya da hazzın muhafaza edileceği baştan karara bağlanmıştır. Sadece cümle veyahut kelime tasarrufunda değil, genel anlamda hayatta da ayrılıkların esenlikler dilenerek değil, çoğun bela okunarak ya da gönül koyarak ama önünde sonunda çirkinleşerek gerçekleşmesinin nedeni kapanışların –sonların- farkına varamamaktır. Veda zor zanaattır. Elbette kesin sınırlar yoktur hayatta, ama sırası geldiğinde sezilen fakat bitirilemeyen her ilişki geçmişi, yani “değerli anları” da tatsız tuzsuz hale getirip kıymetten düşürür. Nejat İşler, geçmişi temize çekmek değil, deneyimi kurtarmak, olan bitenleri kayda –yazıya- geçirmek için hatırlamanın pozitif taraflarına –“güzel hatırla”- yatırımda bulunacaktır. Gelgelelim netameli, bıçak sırtında işleyen bir estetik tutumdur bu: zira güzellikleri yerinden edecek çirkinlikler, iyilikleri bulandıracak kötülükler, hakikati sarsacak yalanlar –palavra ve sahtekârlık- karşısında yazı gardını almak, dil kendini sigortalamak, hafıza daima uyanık olmak, kısacası yazar ve metni arasında bir sözleşme imzalanmak zorundadır: güzel değil, kötü hatırlamak hem daha kolay hem de daha az maliyetlidir. Yaşanıp geride kalmış bir dönemin bilançosu olarak anların toplamına yahut olayların peş peşe dizilmesine değil, kesitler çıkarmaya yatkındır Nejat İşler: güç de olsa anların tahakkümünden sıyrılıp kesitlerin demokratik düzlemine sıçramak.

***

Hikâye anlatıcılığını hafızanın dip köşelerini kurcalayarak değil, yüzeye vuran karelere –Tanpınar gibi söylemek gerekirse “hayat artıklarına”– alan açarak icra eder Nejat İşler. Öte yandan, güzel hatırlanmak öznenin sınırlarını aşan –ötekinin dünyasında vuku bulan– bir durumken güzel hatırlamak kişinin kendi kudret kapasitesiyle, deneyim rezerviyle, marifet ve niyetleriyle alakalıdır. Nejat İşler daha ilk cümleden itibaren, hatta cümle henüz ete kemiğe bürünmeden önce bir karar vermiş gibidir: hafızanın ayak oyunlarına, dilin ayartılarına, konuşmanın şehvetine ya da susmanın şiddetine kapılmadan öznenin yaşadığı bir acıya –ölümle neticelenmiş bir kayba– ifade kazandırmak. Hatıra nesnelerinin hücumuna, sevilenin boşluğuyla boğuşan hafızanın yerli yersiz ataklarına, geleceğin müphem taleplerine karşı yüzünü ölüme değil, yaşama dönen estetik ve etik bir tavırdır bu. Vedaya, kayba kederi bulaştırmamak, Nietzsche’nin esrarengiz sözleriyle “yasın ciddiyetini ve ağır başlılığını” askıya almak ve hatta acıyla baş etme tekniği olarak değil, politik bir tercih olarak mizahı devreye sokmak. Yasın ciddiyetini tersten işleme ihtimaliyle sıkıntılı, sözü inandırıcılıktan uzaklaştırma eğilimiyle riskli ama her durumda müstesna bir tercihtir bu: yas ve mizah.   

***

Otobiyografiyle kurmacanın harmanlandığı hoş ve kıvamlı bir roman Miras. 2000’lerin başlarıdır; eski ülke, eski İstanbul’dur biraz, bundan ötürü de bir tür dönem anlatısı hâkimdir metne: Zenith marka fotoğraf makineleri, TRT ekranlarından duyulan we are the best, Nottingham Forest tezahüratları, Ezginin Günlüğü’nün Ölüdeniz albümü gibi bugün artık “kırıntıya” dönüşmüş imgeler melankolik ışımalar halinde metnin akışına dahil olur. Eşyayla ilişkilerin henüz sıcak olduğu bir evredir; beşeri ilişkiler de keza benzer bir hale ile çevrilidir. Ucundan kıyısından setlerde iş bulan, ama esasta “tezgâhtarlıktan” gelen Neco Eyüplü bitirim bir İstanbulludur; sokakları, mezarlıkları, barları ve meyhaneleri erkenden haritalamıştır zihnine. Neco’nun tezgâhı bir çeşit “sokak dükkânı”na dönüşmüştür zamanla, müdavimlerinin hiç eksik olmadığı bir “açık hava kahvesi işlevi” görüyordur hatta. Şehrin haşin deveranında onu hayatta ve ayakta tutan asli dayanaksa hiçbir servete değişmeyeceği dostluklarıdır: Şeref abilerden, Hayri abilerden, Müşfik hocalardan, Meloş hanımlardan, Barış abilerden müteşekkil minyatür ama muhkem bir dünya kurulmuştur: “eğitimli bohemler” örgütü. Herkesin yedeğinde kendi hikâyesi vardır, bu hikâyelerin kesişim noktalarından hareketle de kalıcı bağlar atılmıştır. “Abilik” müessesesi metnin çekirdeğinde yer alan başlıca toplumsal ve politik ağdır: gönüllülük esasıyla kurulmuş bu dostluk-abilik ilişkilerinde hiyerarşik değil, yatay bağlanma biçimleri söz konusudur ama. Abiler yaştan gelen bir otoritenin değil, tecrübeden gelen cömert bir aktarımın özneleridir; isteyen talip olur ya da olmaz. “Kan bağı”ndan öte, “biyolojik aile dışında böyle güzel bir aileye dahil olduğu” için kendini talihli addeder tabii Neco. Ve fakat günler hayat gailesiyle, kâh neşeli, kâh beş parasız, kâh hayal kırıklıklarıyla geçip giderken, doğa birdenbire acımasız bir cilveyle bu bohemler komününe baskın düzenler. “Çağın vebası” olan kanser eski tüfek devrimcilerden “Barış abinin” de kapısını çalmıştır, ve üstelik vakit dardır, kırık ve buruk tebessümlerle hüzün baş köşeye kurulmuştur, “insanın içini üşüten gerçeklik” başta sarssa da hakikat çaresizce kabul edilir: sevilen kişinin “yakında vadesi dolacaktır.” Komünü, dostlar cemaatini kaçınılmaz olarak ölümün soğuk sureti sarar. Behçet Necatigil’in ıssız dizesi: “evde hasta oldu mu hepimiz hastayız.” “Biyolojik aile” –ev– dışındaki muhtelif bağlanma biçimleri ve muhitleri içinde de geçerlidir bu durum: şu ya da bu şekilde, komündeki herkes manen hasta düşer.

***

Ama yeminlidir Nejat İşler; ölüme prim verilmeyecek, geçmiş zaman şimdiki zamana hükmedip de geleceği ipotek altına almayacak, hele hele yazıyı –romanı- hiç karartmayacaktır. Anlatının çubuğu kimi eşiklerde acıya, çetrefil fikirlere ve hislere kayma eğilimi gösterir, fakat iradi müdahalelerle bu eğilimlerin önü alınır: sonrası karanlık gibi keskin bölüm bitişlerinde olduğu gibi. Gelgelelim acıya yönelik bu ısrar hiddeti kapı dışarı etmek anlamına gelmez. Tek bir öfke hakkı vardır Miras’taki Neco’nun; sakınmadan kullanır. Barış abinin kızı Güler’le birlikte, “ölümü unutma partisi” yapmak üzere “emanet bir arabayla” İstanbul’dan yola çıkılacaktır: Çanakkale Assos, Muğla Bodrum, Akyaka’ya doğru… Herkes bir işin kıyısından tutup öteberi işleriyle uğraşıyordur, küçük bir bütçe oluşturulur, bu telaşlı hazırlık faslı sırasında, Teşvikiye Camisi’nde kafası yarı-kıyakken bir banka oturur Neco; karanlık değil, dargın düşüncelere dalar:

“Muradiye Bayırı’ndan caddeye doğru giderken Teşvikiye Camisi’ne girdim. Banklardan birine oturup hiç bilmediğim bir dilde benimle konuşmaya çalışan içimi dinledim. Anlayamıyordum. Hem de hiç. Kendini anlayabildiğini söyleyen yalan söyler. Kim olursa olsun. Kendinin kim olduğunu öğrenmek için birilerine para verenler bu hayatta. Empati, sempati, ne de havalı kelimeler. En iyi niyetli düşünce bile bencil. Kendi söküğünü dikemeyen benciller güruhu. Kendini tanımadan, başkalarıyla ilişkilerine isimler takan zavallılar. ‘Başka türlü tarif edemeyiz.’ Yapma ya! Siz kimsiniz? Buyurucular, biliciler. Cevap verin bakalım; neden bu genç yaşında ölüm hastalığına yakalanır benim güzel abim? ‘Kendine iyi bakmadı, har vurup harman savurdu’. Yav, ben kendini anlamaktan bahsediyorum, kendine bakmak nedir? (…) ‘Hayatın devamı, değişen koşullara ayak uyduranlara bağlı.’ Lan, sizin yaşınız kaç? Yüz falan olsa gerek. (…) Mağazasınız lan siz! Birçok şubesi olan ‘Atalar’ mağazası…”[2]   

Tevrat’ta, onun belki de en muhteşem parçası olan Eyüp Kitabı’nda, ölüm ve hastalıklar da dahil tüm felaketler hususunda, yıkımın karşı konulmaz güçleri adamı perişan ettiğinde, Eyüp peygamber kahredici bir sonuca varır, mealen: “şayet bir sorunuz varsa bunu Tanrı’ya sormayın, çünkü Tanrı cevap vermeyecektir.” Korkunç bir hakikattir bu, ama niçin ben sorusu da ancak bu sayede devre dışı bırakılabilir; “bencilliğin” büyüleyici çemberi yalnızca bu kabulle, yani soru sormama, sorulsa bile cevap beklememe, sessizliğin gaddarlığına katlanma faziletiyle kırılabilir. Nejat İşler de nafile soruyordur sorularını: toplum ya da devlet, uzmanlar ya da her şeyi bilenler, kimse ama kimse asla cevap vermeyecektir. Ve aslında Nejat İşler de herhangi bir soru sormuyor, cevap da beklemiyordur. Nitekim ses ya da itiraz dışarıya çıkıp da muhataplarına ulaşmaz. Zira bir camideki bir bankta, öznenin hiç bilmediği ama onunla konuşmaya çalışan içinin dillerinden biriyle, kendi kendiyle konuşuyordur, sağı solu kolaçan etmeyen, kendi efkârı ve fikriyle kendini perdeleyen bir monolog: içkiden, bir avuç düşünceden, ama daha çok da üzüntüden bankta uyuyakalır Neco. Uykuya çekilmek: kimine bir bank kime üçüncü mevki bir tren vagonu, herkesin tenhası, ağır uykuları ve monoloğu kendi meşrebince: “uyan garibim, Turgut’um uyan, burası Terme...”

***

Mecal bulup kalkar uyuduğu banktan Neco. Zira yalnızca ölüm değil, yol ve aşk da çağırıyordur. Monolog baştan sona şehirdir, gölgelerdir, kendi üzerine kapanmak, hülyalara kapılmak, kızgınlıklara dalmak, çehresiz ve hafızasız kalmaktır. Yol ise cılız da olsa yeniden bir diyalog imkânıdır, umulmadık temaslardır, artık ağır gelen şimdiki zamanı geride bırakmaktır; üstelik bir mükâfatı da vardır bu hamlenin: “birileriyle berabersen, yolda ortak bir hafıza oluşur, birinin bir şeyi yanlış hatırlaması bile ihanete girer.” Nejat İşler’de ortak hafıza hayatidir: İçkide de böyledir bu, sonra gelen ve yüksüz olan öncekilere yetişmek, “müşterek bir kafada buluşmak” ve “aynı dilde konuşmak” için biraz daha fazla ve hızlı yudumlamak zorundadır. Esrar –“Amsterdam sigarası”– ya da oksijen tüpünden çekilen “azot” yahut şarap bira rakı gibi likit müsekkinler Miras’ta hep “aynı dili” kurmak için mevcutturlar. Monoloğa –delirmeye– karşı koymak, özneyi kendi kuyusundan çekip almak, iletişimde tutmak için… Dilden ayrı düşmemek, “anlatılacak hikâyeyi dinletebilmek” için “müşterek kafa” cayılmaz bir kaidedir; müsekkinler Nejat İşler’de iletişimin aracıdırlar, ortamların –“sofraların”- kurulmasına vesile olurlar ve yoklukları vahimdir. “Ya alkol olmasaydı” diye soruyordu Edip Cansever: “o uzun bardaklar, dişi alkoller çiftleşip bırakırlardı sesimizi.”

***

Sosyalist-bohem edebiyatın nadir emsallerinden olan Miras sözün değil, sesin romanı esasında: anlaşılmaktan çoktan geçmiş, yalnızca işitilmeyi gözüne kestirmiş bir yazarın temelde kendi hikâyesini düzenleme gayreti. Ama bir ses de olsa, mevcut dünya dönüp dolaşıp kendini izaha mecbur eder insanı:

“Net bir siyasi tercihim olmadı hiç. Ama politik bir bilimcim var. İnsanlar bu ikisini aynı sanır. Büyük yanılgı. Buluğ çağımda tarihle çokça ilgilenmeye başladım. Özellikle yakın tarihle. Merakımın miladının Fransız Devrimi olduğunu söyleyebilirim. 17 yaşımdayken komünist blok çöktü. Deli gibi gazete dergi okuyordum. Sol-sosyalist yazarlar favorimdi. Aralarında tartışıyor, kavga ediyorlardı. Ne yalan söyleyeyim, söylediklerinin çoğunu anlamıyordum. Ama yetişmemden gelen duygusal bir bilgiyle, kimin haksız kimin haklı olduğuna karar verebiliyordum. (…) Aklımın ermediği sorunlarla karşılaştığımda, hep mağarada yaşayan halimizi düşünürüm. Sistemler mi yani bizi ilkellikten çıkaran? Güçlünün koyduğu kurallar ‘bütünü’ sistem denen şey. Hiçbir sistem güçsüzün yaşamasına hak tanımaz. Bu yüzden varlıklı insanları, hele sonradan imtiyazlar elde ederek varlık sahibi olanları hiç sevmedim.”[3]

“Ahlak denen prangayı koparmak,” diyecektir Nejat İşler: ama modern dünya kimseye nasip etmez bunu. Burnundan fitil fitil getirir her türden özgürleşme atılımını… Acıyı, yası, ölümü sarıp sarmalayan ahlaksa belki de prangaların en zorlusu. Hiçbir “unutma partisi” hatırlama cehennemiyle aşık atamaz. Hangi teskin edici madde olursa olsun, hangi fikirler, duygular yahut deneyimler olursa olsun “bir korna sesi” yeter; unutuşun tül perdelerini savurmaya… Yazı da unutmuyor, hatırlıyordur; yazmak yasın çekmecelerini kilitlemek değil, olsa olsa gecikmiş teşekkürü sunmaktır. Yası yazıda tutmak ve çözmek gibi iddialı bir amacı olmayan, esasta güzel bir teşekkür romanıdır Miras. Kaldı ki, Nejat İşler epeyce farkındadır unutuşun olanaksız oluşunun, eksilmelerin eksilmeler olarak kalacağının… Ölümle gelen sancılara, politik çekişmelere, yollarda canlanan hatıralara, aşkla beliren kıpırtılara: bir korna sesi… Zalim ya da kimileyin müşfik anımsatıcılar… Ve veda imkânsızdır, kaybın zamanı çünkü hep buradadır; ruhun meçhulü, mecburiyeti, aynası olarak…     


[1] Nejat İşler, Miras, İstanbul: Mundi, 2025, s. 9.

[2] a.g.e,. s. 32. Miras her ne kadar bir yol romanı olsa da, metnin ilk bölümlerinde ve yine ilerleyen kısımlarda ara ara hafızanın kutusunun açılmasıyla İstanbul panoramaları da verilir; zevkle okunan parçalar bunlar, Nejat İşler’in optiğinden bir İstanbul romanı fena olmazdı diye düşünmeden edemiyor insan. 

[3] a.g.e., s. 114.