Dünyayı İçine Çekmek
Erdoğan Özmen

Yazıyorken ya da anlatıyorken çeşitli biçimlerde hep aynı şeyi tekrar edip durmuyor muyuz aslında?

İçimizde, iç dünyamızda, uçsuz bucaksız zihnimizde, o sonsuzluk atlasında mütemadiyen yanıp sönen, olup biten, yükselip alçalan, belirip kaybolan onca şeyi kendi sözcükleriyle buluşturmak için didinip duruyor oluşumuzdan söz ediyorum. Bedenin sözsüz, anlamsız, çıplak gürültüsünü, oradaki fazlalığı, aşırılığı dilin yumuşak yatağına yatırmaktan, sözün kundağıyla sarıp sarmalamaktan. Daha eksiksiz, daha doğru, daha hakiki, daha doğrudan kelimeleri bulmak, onları kendi uygun bağlamlarına yerleştirmek için çabalıyor oluşumuzdan. İçimden taşan kelime akışını durduracak, böylece bir sabitlik noktası oluşturacak o açıyı, o benzersiz kelimeyi keşfederek bir süreliğine bu tutkulu arayışı askıya alma, erteleme vaadinden, ümidinden. Sonraki tatmin hissinden, sükunetten. En nihayetinde yüce ve büyüleyici bir teselli nesnesi bulmuş gibi hissetmenin bahtiyarlığından.

Uçsuz bucaksız zihnin ve bedenin kıvrımlarında, oyuklarında, ışıksız alanlarında kabarıp alçalan, yayılıp toplanan, büzüşüp genişleyen, kısalıp uzayan hareketler, titreşimler, akışlar, duyumlar, imgeler, izlenimler kendi sözcükleriyle karşılaştığında, sözle ertelenmiş buluşması nihayet gerçekleştiğinde yeni bir şey vardır artık orada. Başlangıçtaki verili kendilikler çoktan iptal olmuştur. Ne sözcük önceki sözcüktür ne de hareket/akış/duyum ilk haliyle mevcuttur artık. Söz konusu benzersiz karşılaşma yepyeni bir şey yaratmıştır. Her ikisini de içeren bambaşka bir varlık düzlemi oluşmuştur. Her yöne akmaya, dağılmaya, yeni bağlantılar ve çağrışımlar kurmaya can atan aç gözlü, boşboğaz, hiperaktif, manik zihnin kısa süreli durulma anlarından söz ediyor birisidir bu.

Birdenbire çok önemli bir şeyle, o ana değin ne olduğunu dillendiremediğimiz bir şeyle karşılaşmanın sevinci. Dilin ucunda kıvranıp duran o şeyin birden gün ışığında parlaması, sere serpe önümüzde uzanıvermesi. Zaten, her zaman orada olan bir şeyden söz ediyoruz demek ki. Ama aynı zamanda yoksun olduğumuz bir şeyden. Şimdi, varlığımın tam manasıyla bir parçası haline geldikten sonra önceki yokluğunun, eksikliğinin farkına varıyorum. İyi edebiyatı, iyi filmleri içimize çekmek, özümsemek, her anlamda sindirmek, varlığımızın bir parçası yapmak arzusu tam olarak budur belki de.

“Aşırı özenli olmayacak ama hoş görünecekti; ne resmi ne fazla rahat görünmeliydi. Bunlar hassas dengelerdi, rahatça kurabilmesi eriştiği olgunluğun mükafatlarından biriydi. Rahatça: İşte doğru kelime buydu.”[1]  

Edebiyat ve sinemadaki kusursuzluğun, tamlığın, uyumun, dengenin, tutarlılığın, ölçünün birbirine bağlanması. Ortaya çıkan bu olağanüstü güzelliğin muhatabı olmak… İnsanı yüce, sonsuz, aşkın bir varlık mertebesine yükselten söz konusu lütfun muhatabı olması, bu eşsiz kapasitenin mevcudiyeti değil midir?      

İyice yavaşlayarak dünyayı içime çekiyorum. Durarak, oturarak, daha çok görerek, dinleyerek, fark ederek … Hızımı azaltarak, sindire sindire. Her şeyi. Yüzleri, mimikleri, hareketleri, kedileri, köpekleri, ağaçları, sokakları, kafeleri, apartmanları, yaprakları. Kendiliğinden oluyor bu, zahmetsizce. Biyolojik ya da fiziksel bir işleyişe ya da yasaya uygun olarak gerçekleşiyor sanki.

Hayat bazı bakımlardan, bazen, tuhaf bir biçimde, içinde seçimlere, kararlara, sorumluluklara, pişmanlıklara yer olmayan bir piyangoya benzemiyor mu?

Bir gripal enfeksiyondan sonra ortaya çıkan sırt ağrıları. Ağrı kesici ilaçların, istirahatlerin, masajların, bel ve sırt desteklerinin hiç işe yaramaması, en nihayetinde çekilen akciğer tomografisinde sağ akciğerde tespit edilen kitle. Sonra işte, yeni tomografiler, mr ve pet filmleri, kan tahlilleri, biyopsiler… belli ki şimdiden sonra bunların ardı arkası kesilmeyecek artık. On beş ay önce kontrol için çekilmiş bir tomografi filminde de orada daha küçük bir kitle halinde varolan ama gözden kaçan, sonra karaciğere, beyne, kemiklere yayılan…     

Ne tuhaf bir yaratık kanser hücresi. İnsanın içini yok ederken, her tarafa yayılarak önüne çıkan her şeyi, diğer hücreleri, dokuları, organları öğütüp yutarken, devasa granit kütlelere dönüşürken… tüm bunları sanki bedenin en dibinde, en arkada çalışıyormuşçasına, tam bir sessizlik içinde, sinsice yapması. En nihayetinde insanın içinin boşalması ve giderek, oluşan boşluğu kanserin kara granit yığınının doldurması. Tuhaf, ürkütücü bir boşluk türü bu: Ağır, zehirli, siyah. 

Dünyayı, mümkün olan her şeyi içime çekiyorum; bu yüzden belki de. Başından beri başka her şeyi, başkalarının bana sunduklarını, onların bakışlarını, sözcüklerini, imgelerini, şefkatini, sevgisini, merhametini içime ala ala, kendim kıla kıla, içime yansıta yansıta, hepsiyle özdeşleşe özdeşleşe bir iç yaratıyorum kendime. Bir ben. Başka her şeyle bağlanarak, başka her şeyle birleşerek, başka her şeye uzanarak kendim oluyorum. Kanserle mücadele denen şey bu belki de: onun habire çoğalan kara boşluğunu aşındıra aşındıra kendi içimi tekrar tekrar yaratmak, çoğaltmak, genişletmek.   


[1] Tim Parks, Ölümü Resmetmek, Çev. Çiçek Öztek, Alet Yayınevi, 2015, s. 9.