Siyaset bilimsel bir faaliyet değil, bilimin konusu bir toplumsal faaliyettir. Dolayısıyla, siyasal faaliyet yönetimle ilgili işleri, o işlerin uzmanlarına havale ederek iyileştirebileceğimiz bir faaliyet değildir. Siyaset bir uzmanlık işi olmadığı gibi, uzmanlık da siyasal karar alma ehliyeti değildir. 1971 Muhtırası sırasında reformcu olacağı iddia edilen bir “Beyin Kabinesi” kurulmuş, fakat bu kabine hiçbir demokratik dayanağa sahip olmadığı için Meclis’ten ancak Meclis’e hâkim olan Demirel’in Adalet Partisi’nin istediği türden yürütmeyi güçlendiren Anayasa değişikliklerini geçirebilmiştir. Türkiye en ağır ekonomik krizlerinden birini bir ekonomi profesörü olan Tansu Çiller’in başbakanlığında yaşamıştır. Askeri güvenlik uzmanları ise uzunca yıllar siyasetimizin parametrelerini bizi daimi güvenliksizleştirecek şekillerde belirlemiştir. Bu açıdan sadece siyaset bilimcilerin siyaset yapması, güvenlik meselelerinin güvenlik sektörünün uzmanlarına havale edilmesi, eğitimin eğitim bilimcilere terk edilmesi, bir uzmanlar kabinesi kurulması ne iyi yönetimi sağlamanın garantisidir, ne de yöneticilerin temsil kabiliyetine sahip olmasını gerektiren demokratik meşruiyet açısından doğrudur. Bu durum, siyasal karar alırken uzmanlığın, örneğin elitizm veya vesayet takıntısıyla küçümsenmesini, uzman görüşlerinin dikkate alınmamasını gerektirmez. Demokratik meşruiyet, bir bilim karşıtlığı ve anti-entelektüalizm gerekçesi ve ehliyeti olarak değerlendirilemez.
Her siyasetin kendi meşrebince bir ölçüsü var. Bazı siyasetler akla, bilime, uzmanlığa kıymet verir, saygı duyar, dikkate alır; başka bazı siyasetler bunları küçümser, gereksiz ve rahatsız edici bulur. Bu ikinci türden siyasetlerin ideolojik nedenleri olabileceği gibi, pratik nedenleri de olabilir. İnsanın aklıyla bilgi ve değer üretebilmesi bazı siyasetlerin inancına ya da benimsedikleri ontolojik hiyerarşiye aykırıdır. Onlar için esas bilgi kaynağı vahiydir. Bazı siyasetler ise insan aklı ile üretilmiş bilgi ve değerleri sırf “işine” gelmediği için reddeder. Bu “biz buradan ne kazanırız, ne kaybederiz” siyaseti ister istemez fırsatçıdır ve bu özelliği itibarıyla en ağır krizleri bile gayet başarılı bir şekilde “işine getirebilir.” Bu tür siyasetçilerin işi, iktidar elde etmek, onu korumak ve kullanmaktan ibarettir. Bunların ölçüsü, yani seçeneklerini değerlendirirken kriter aldığı ölçü, mevcut veya muhtemel iktidarımıza yararlı mıdır, yoksa zararlı mıdır sorusu etrafında şekillenir. Ufukları, odakları kendi iktidarlarıyla sınırlıdır. Ülkenin ve toplumun geleceğini, kendi iktidar geleceklerine endeksleyerek basit iktidar güdülerini estetize etmeye çalışırlar. Rakiplerinin ise hiçbir zaman ve hiçbir şartta bir alternatif olduklarını göstermesini istemezler. Onların hiçbir zaman iyiyi/doğruyu söyleyemeyeceğini/yapamayacağını iddia ederek, onlara gerekirse gayri-demokratik yöntemlerle fırsat vermeyerek, kendilerinden başka seçenek olmadığı iddialarını yeniden ve yeniden doğru kılmaya çalışırlar.
Tek ölçüsü iktidar olan fırsatçı bir siyasetten ne ortak geleceği/faydayı hesaba katan bir sorumluluk ve kuruculuk, ne de medeniyetin gerektirdiği rafinasyon ve ölçülülük beklenebilir. Böyle bir siyaset daima kendisiyle, kendi çıkarıyla meşgul olduğu için anlayıştan, anlama kapasitesinden de yoksundur. Hep kendi bildiğinin, kendi inandığının, kendi kategorilerinin, kısaca kendi ezberinin geçerli olmasını ister ki, bu bakımdan aslında bağnazdır da. Bu nedenle, düsturu anlamak değil, kategorize etmek ve yargılamaktır. Kategorilerini/yargılarını sarsacak olgusal gerçeklikleri, eğip bükerek “işine getirmeye” çalışır - eğer görmezden gelmiyor veya açıktan reddetmiyorsa. İktidarcı/fırsatçı siyaset, gerçeklikle yüzleşemez, kendi “gerçeklik” rejimini kurmak ister ve bu amaçla her türlü imkânı kullanarak toplumun da gerçeklikle ilişkisini koparacak bir kamusal tartışma ortamı kurar. Görsel, işitsel ve yazılı medyanın tek merkezden kontrol edilmesi, bu mecralardaki tartışmalara ancak kendilerine “lisans verilmiş” konukların katılabilmesi, kamuoyu oluşturacakların sadık amadelerden seçilmesi bu iktidarcı/fırsatçı siyasetin alamet-i farikasıdır. İktidarcı/fırsatçı siyaset, kurmak istediği “gerçeklik” rejimini sarsabilecek olanları yüksek dozlu bir anti-entelektüalizm ve çeşitli sembolik ve fiili baskı araçlarını seferber ederek bastırır. Üstelik bütün bunları bir siyaset ustalığı, bir erdemmiş gibi paketler. Ustalığıyla gerçekliği “siyaseten” eğip büktükçe kendisini de gerçeklikten koparır, kendi kendisine kendisinin konforlu hissedeceği gerçeklikle alakası olamayan bir “gerçeklik” dünyası kurar.
İktidarcı/fırsatçı siyaset bir mesleğin kendi doğasından kaynaklanan bir özerkliği ve etiği olabileceğini kabul etmez. Bir meslek olarak siyaset, siyasetçiler bunun istisnası değildir. Dün “siyasetçi paspas değildir” diyenlerin, bugün paspas olmadığını söylemek zordur. Bugün kırımızı pasaport verilen, trafik cezalarından muaf tutulan, maddi imkânları iyileştirilen milletvekillerinin; yönetim, denetim ve temsil işlevleri bakımından dünkü kadar alakalı olduğu söylenemez. Bugün hukuk sistemimizin içinde bulunduğu durum biraz da bir meslek olarak hukukun özerkliğinin ve etiğinin kategorik olarak reddedilmesinin sonucu ve göstergesidir. Benzeri biçimde TMMOB gibi belli bir bilimsel bilgi birikimine dayanan mesleklerin kuruluşlarına yönelik “kati karşıtlık” bu meslek etiğini/özerkliği mefhumunu tanımama bağlamında değerlendirilebilir. Şu sıralar salgınla mücadelenin cephesinde yer alan doktorların meslek örgütü Türk Tabipler Birliği’ni mücadele süreçlerinden dışlayan akıl aynı zamanda bir mesleğin temsil ettiği bilimsel bilgiye dayalı uzmanlığı alternatifi görüp reddeden “iktidarcı akıl”dır.
İktidarcı/fırsatçı siyasetin idrakinin ezberinden ibaret olması şaşırtıcı değildir. Sorunların çözümüne değil, iktidar lehine yönetilmesine odaklanan ve bu bakımdan her sorunu aynı zamanda bir fırsat olarak değerlendiren iktidarcı/fırsatçı siyaset, salgının yarattığı fırsatlardan dem vurup, tedbirsizliğini geçiştirir. Ezberinden verdiği refleks pek az bilimsel, açıklayıcı ve analitik olmasına karşılık, oldukça hamasi ve alakasızdır. Salgını bir saldırı gibi yansıtır, tıpkı karşılaştığı her muhalefeti ve eleştiriyi düşmanlaştırıp, işin aslını idrak edemediği gibi. Tıpkı az sonra durduracağı iç hat uçuşlarında KDV oranını indirdiği ve yeni ev satışlarında kredi tahsis oranını %90’a çıkardığı gibi. Tıpkı, ilk ve kritik aşamada “evde kalın” nasihatiyle, maske ve kolonya dağıtılacağı sözüyle yetindiği gibi. Bu her durumda bildiğinin okunabilmesi; karşılaşılan gerçeklik reddedilmese dahi onu eğip bükmenin marifet sayıldığı iktidarcı/fırsatçı siyasetin önemli bir handikabıdır.
Bu tür siyaset “mücadele kişisel” diyerek sorumluluğundan kurtulmaya çalışırken, salgının ciddiyetini idrak ederek kendi çaplarında sorumluluk alan yerel yönetimlerin salgınla mücadele kapsamında aldığı inisiyatifleri yalnızca takip/taklit etmiştir. Gerçeklikten kopan siyaset biçimi başarıyı çözümler üretmekte değil, kendisini her şartta başarılı ilan edebileceği siyasal/kamusal tartışma ortamı (gerçeklik rejimi) kurmakta arar. Ne var ki virüs salgını, toplumsal/siyasal olaylarda yaptığı gibi söylemle yeniden kurulamayacak, çarpıtılamayacak kadar kendini dayatan olgusal bir gerçek. Bu bakımdan gecikerek alınmış eksik tedbirlerle bir “performans satışı” yapmaya uygun değil. İktidarcı/fırsatçı siyaset iktidarını ancak çelme takarak, faullü oynayarak sürdürebildiğini bir kez daha ve daha fazla göstermek durumundadır.