Salgını abartıyor olabilir miyiz? MHP lideri Devlet Bahçeli böyle hissediyor olmalı ki, “bir kaşık suda fırtına koparanlara” verip veriştirdi geçenlerde, “felaket tellallığı yapmayın” dedi. Brezilya ve Belarus başkanları Bolsonaro ile Lukaşenko’yu da anabiliriz: birincisi, onunla selfi çekmek için kuyruğa giren asker, polis ve dükkân sahipleriyle sarmaş dolaş, ikincisi elinde votka şişesiyle maçta, soran gazeteciye cevap veriyor: “Siz burada virüs görüyor musunuz, ben görmüyorum.” Ama böyle tepkilerin böyle şahsiyetlerden gelmesi, baştaki soruyu peşinen geçersiz mi kılmalı? Bizler, “konuşan sınıf” mensupları, çeşitli mecralara şu son salgını insan türünün varoluşunda ciddi bir kesinti, iyi ya da kötü bir “milat” olarak tanımlayan yazılar göndermekle meşgulken, virüsle dolaysız bağı olmayan bazı sabitleri, bazı süreklilikleri unutmaya yatkın olmuyor muyuz?
Arzu Yılmaz da böyle düşünmüş olmalı ki, “aslında… şu son bir aydır Koronavirüs salgını nedeniyle sık sık dile getirilen ‘artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ iddialarından hareketle Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere bir göz atmak” niyetiyle başladığı yazısında rotayı hemen bu sabitlere doğru çeviriyor: “Ancak, hazır dünyada nerede kaç kişinin can verdiği, en az hisse senedi, borsa ya da dolar endeksi kadar takip ediliyorken, hatırlatmadan geçmek içime sinmedi: Dünyada ortalama her yıl 9 milyon insan AÇLIKTAN ölüyor.” (Birikim Haftalık, 11/4/2020) Bir yılın sonunda COVİD-19’dan tam kaç insanın ölmüş olduğunu belki hiç bilemeyeceğiz. Yılmaz’ın yazısı şu yakıcı istatistiklerle devam ediyor:
En son verileri kontrol etmek için 7 Nisan 2020 günü saat 19:10’da girdiğim theworldcounts.com sitesinde, an itibariyle, bu yılın bilançosu 2.420.456’ydı. Tam beş dakika sonra, yeniden rakamlara baktığımda sayı çoktan 2.420.548 olmuştu. Yani, yalnızca beş dakika içinde 92 kişi AÇLIKTAN can verdi. Dahası, bugün dünya üzerinde 821 milyon insan kronik açlık tehdidi altında yaşıyor.Bu tabloda, koronavirüs tehdidine karşı insan hayatını korumak için yapılan ‘dengeli ve iyi beslenme’ tavsiyelerinin, sadece ‘karnı toklar’dan ibaret bir insan hayatı tahayyülünden hareket ettiği açık.‘Aman ellerinizi sık sık yıkayın’ denilirken, temiz suya erişimi olmayan dünya nüfusunun üçte birinin de, pekala bu korunması için seferberliğe girişilen insan hayatı kategorisine dahil edilmediğini varsayabiliriz. Zira her yıl 1.200.000 insan sadece temiz suya erişemediği için ölüyor, ama koronavirüsün tehdit ettiği ‘insan hayatı’ kadar dikkat çekmiyor.Bu arada koronavirüsün havadan da bulaştığı gerekçesiyle, ‘Vahşi Batı’ usulü korsanlığa tevessül edecek ölçüde bir maske tedariki yarışına girenlerin, zaten her yıl zehirli hava soluduğu için ölen 7 milyon insanın hayatını ‘insan hayatı’ndan saymadığı anlaşılıyor.
Şüphesiz Yılmaz’ın sunumunun amacı salgından söz edenlere “bir bardak suda fırtına” demek değildir. Koronadan ölüm sayısının dünyada saat başı artışını mutlaka o da izliyordur. Bu sayıları ve böyle bir kıyaslamayı ilk kez kendisinin gündeme getirdiğini sanıyor da olamaz. Şu mu acaba: bazen kendi küçük, noktasal acımızı hafifletmek için daha büyük, daha kitlesel acıları, hatta kendi “bir önceki” acımızı hayal etme ihtiyacı duyarız; dayanışmanın bir boyutu da insana kendi sıkıcı ve çaresiz benliğinden çıkma fırsatı vermesi değil midir? Ama galiba bu da değil, ne kendini ne de bizi rahatlatmayı amaçlıyor yazar. Yazının akışı, tam tersine belli bir nüfusu rahatsız etmeyi amaçladığını, dünya ölçeğindeki belli bir toplum kesiminin aklını başına getirmeyi, belli bir hubris balonuna iğne batırmayı istediğini düşündürüyor:
Dolayısıyla, bugün dünyanın her yıl milyonlarca insanın hayatına mal olan küresel sorunlar nedeniyle değil, bu sorunlardan görece muaf bir coğrafyanın da nihayet küresel bir tehdide doğrudan maruz kalması üzerine alarma geçtiğini görmek gerekiyor. ‘Küresel olağanüstü hal’in bir kez koronavirüs salgını Avrupa kıtasına ulaştığında idrak edilmiş olması, bunun en açık göstergesi. Salgının merkezi Asya’yla sınırlı kalsa ya da yoksulluk ve hava kirliliği gibi küresel sorunların en yoğun yaşandığı Afrika ve Ortadoğu olsaydı, acaba dünya bugünkü gibi bir seferberlik içine girer miydi?
Haksız diyebilir miyiz? Son 20-30 yıl boyunca daha çok Asya, Afrika ve Ortadoğuyla sınırlı kalan başka virüs salgınları, “dünya” iletişim alanını bu kadar topyekun işgal etti mi? HIV de ABD’ye geçmeyip Afrika ve Karayiplerde “kapatılmış” olsaydı AIDS salgınını kaçımız biliyor olacaktık? Öte yandan buradaki “biz”e, Yılmaz’ın suçlamasının yöneldiği nüfus kesimine biraz daha yakından bakmak gerekir. Yazının muhatabı ilk elde Batı dünyası gibi görünüyor, kendi kısmi sorunlarını dünyanın genel sorunu olarak takdim etmeyi ya da sahiden dünyanın genel sorunu haline getirmeyi beceren Batılılar (bunlar içinde de İtalyanlar ve İspanyollar gibi daha güçsüz toplumlardan çok, dil bakımından da iletişim kanallarına egemen olan İngilizler ve Amerikalılar). Peki salgın Batı’da çıkmış ve orayla sınırlı kalmış olsaydı bunu yine becerebilecekler miydi – bu soruyu bir yana bırakalım, Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un korkunç rüyasında olduğu gibi Batı imgeleminde veba hep Doğudan geliyordur, Çar’ın kanatları altında birlik beraberlik içinde yaşayan Ortodoks toplumunu birbirine düşüren, taşı taşa kırdıran bu küçük şeytanlar “sarı derili” olarak betimlenir. (Ama Doğunun da direnme imkânları oluyor, “frengi” terimine dilcilerimiz bir öz-Türkçe karşılık bulmaya girişmedi.)
Arzu Yılmaz’ın dolaysız muhatabı da önce “Batı” gibi görünüyor: devletler, BM ve DSÖ gibi bu devletlerin kontrolü altındaki uluslararası örgütler (DSÖ’nün şimdiki başkanının o makama Çin ve Rusya’nın ısrarlı desteğiyle geldiğini de bir yana bırakalım) ve nihayet Batı’nın kendi devletlerinden razı olan halk tabanı, bencil alışkanlıklarıyla geniş bir tüketim ortaklığı olarak kenetlenmiş nüfus. Şu var ki onlar Yılmaz’ın çığlığını işitemezler: Türkçe yazıyor ve uluslararası bir konferansta söz almıyor: suçlaması o uzak ve sağır muhataba çarpıp tekrar gerisin geri yakına, buralara yöneliyor. Ya da burada belli bir kesime, bu toplumun “konuşkan sınıfına”, iki aydır çeşitli iletişim kanallarını “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak iddialarıyla” dolduran bir yorum topluluğuna. Ama bu mecralarda (mesela Duvar’da, ArtıGerçek’te veya kendi yazdığı sitede) söz alan insanların tamamının “her yıl zaten zehirli hava soluduğu için ölen 7 milyon insanın hayatını ‘insan hayatı’ndan saymamak” bir tutum içinde olamayacağını, hatta çoğunun asıl insan hayatı olarak tam da onları gördüğünü Yılmaz da bilmez mi – izliyordur, izlemiştir mutlaka. Sanıyorum burada asıl muhatap o topluluğun içindeki daha dar bir kesimdir, ya da o topluluğun bir yüzü, Batıya bakan yüz, kaygılanma sebeplerini daha çok Libération’dan, Guardian’dan, hatta sadece International NewYork Times ve CNN International’dan devşiren insanlar. Ama o zaman da hedef fazla küçülmüş olmuyor mu? Eleştiri burada hedefin üzerinden kayar ve belirsiz, tanımsız bir muhataba yönelir. Kime? Belki de şu ortamda üstlenilen herhangi bir yorum faaliyetinin kendisine; sonuçta bir bardak suda fırtına koparmaya.
***
“Konuşan sınıflar”dan söz ettim. Bunu İngilizce “chattering classes” deyiminin karşılığı olarak kullanıyorum, “geveze sınıflar” veya “bolca konuşan sınıflar” olarak çevrilebilir. Deyim 70’li yılların bir noktasında sağcı bir İngiliz yazar tarafından dolaşıma sokulmuştu. Ne iş gördüğünü anlamak için hangi tarihsel uğrakta ortaya çıktığına ve neyin benzeri/karşıtı olarak konumlandığına bakmak gerek. 60’lı, 70’li yıllar, İkinci Dünya Savaşından sonra her yerde yüksek öğrenim yaygınlaşmasının sonuçlarının alındığı bir dönemdi, aynı zamanda yeni bir siyasal ve kültürel radikalizm evresi. “Her konuda fikir beyan eden”, çeşitli alanlar arasında gezinerek yorumlar öne sürebilen, ama bununla da yetinmeyip politikaya karışan, kurulu düzene “isyan” eden genç bir nüfus belirmişti. Düzenin sahiplerini çileden çıkaran şey, bu topluluğun eğitimle edindiği kendi yeni-seçkin statüsüne sırt çevirerek imtiyazsız kesimlerle, geleneksel işçi sınıfıyla, “çalışan sınıflarla” sistem karşıtı bir platform üzerinde ilişki kurmasıydı – Mayıs 1968’de görüleceği gibi. Böylece çok geçmeden “konuşan sınıfların” karşısına “sessiz çoğunluk” diye bir temenni çıkarıldı, De Gaulle ve Nixon gibi politikacılar tarafından.[1] Bu yeni deyimin görevi şuydu: “çalışanı” “konuşandan” ayırmak ve onu suskun bir iş edilginliğine kapatmak: bazıları ekmek parası için alın teri dökerken, başka bazıları kendi aralarında car car konuşuyor. Ama 68 isyanı yenilip de 80’li yıllarda sınıf mücadelesi düzenin denetleyebileceği bir alana çekildiğinde, dünyada solun yirmi-otuz yıl boyunca edindiği teorik/retorik cephanelik buharlaşmış olmadı. 70’li yılların kavgası şimdi kültürel bir zeminde tutuklanmış olarak devam etti (ABD’de buna sağ ile sol arasındaki “Kültür Savaşları” dendi, düzenin sahipleri de mücadelenin böyle çitlenip sınırlanmasından çok rahatsız olmamalıydı, gevezeler artık sahiden de sadece kendi aralarında konuşuyorlardı).
Ne olursa olsun, analiz ve yorum yeteneğine sahip kuşaklar peş peşe gelmeye devam etti. Bulabildikleri ölçüde kamusal mecralarda yaymaktan da vazgeçmediler düşüncelerini. Son yirmi yılda elektronik medyanın ve ardından da “sosyal”inin yaygınlaşması elbet bir kalite düşmesine, bir kolaycılığa yol açacaktı. Her krizle, irili ufaklı her “olayla” birlikte kanallar derhal bir yorum taşkınına uğruyordu. Bir alışkanlığa, belki bir bağımlılığa dönüşmüş gibiydi “görüş beyanı”, her olaydan sonra ilgili bakanın basın toplantısı yapması gibi. Sadece alışkanlık olarak da görmemek gerek: bir işti, geçimini buradan sağlayan “analizci” az değildi.
Burada bir hubris’ten söz edilebilir belki, bir yorum fütursuzluğu -- ama acıklı bir yanı da vardır, işitilip işitilmediğine, dinlenilip dinlenilmediğine zerre önem vermeden Hyde Park’ın bir köşesinde portakal sandığının üzerinde her günkü konuşmasını yıllardan beri sürdüren protestocunun. Ya da TBMM’de sahiden muhalif bir partinin temsilcisisiniz ve beşte dördü boş bir parlamento salonuna bir şey anlatmaya uğraşıyorsunuz. Ama sanıyorum asıl hubris burada değil ve yorumcu kibrine karşı kızgınlık da bu çelimsiz tebliğciliği hedef almıyor. Asıl kızdıran nedir peki? Çok ünlü ve ününü koruyan bir yazar düşünelim: seyahat ediyor, Şili’nin güney ucundaki eriyen buzullara gidiyor, sonra Doğu Afrika’daki bir salgın bölgesini ziyaret ediyor, sonra Beicing’deki devasa bir AVM’yle ilgili izlenimlerini paylaşıyor. Ama dişe dokunur bilgi alamadık, çünkü bütün bu sunumların aslında tek bir “referansı” var, bize gösterdiği tek bir şey: bütün bunlara bakan bakışın imzacısı olarak kendisi: yazarımız bize “oradan” bildiriyor, onu şimdi de Antarktika’da izliyoruz. Yaşar Kemal böyle miydi. Hemingway hiç yanaşmadı
Hayır, sanıyorum Arzu Yılmaz gibi bir analisti asıl sinirlendiren bu da değil. Bir kesinti oluyor ve insanlar biraz göz kırpıştırdıktan sonra kaldıkları yerden devam ediyorlar, hiçbir şey olup bitmemiş gibi, Süleyman Demirel gibi. “Korona Günlerinde James Bond” başlıklı bir yazı okudum son haftalarda, çok sevdiğim bir arkadaşımın oğlundan: güzel sinema yazılarını bir süredir okuyorduk da bu iletinin içinde virüsten tek sözcük yoktu. Sinemayla ilgili bir yazı “korona” raptiyesiyle iliştirilmişti tahtaya. Hepimiz kendi alışkanlıklarımıza tutunmaya çalışıyoruz; mesela saptadığımız bir dörtlü karşıtlık şemasını bir ikili karşıtlığa indirgeme ihtiyacı duyuyoruz (iyiler ve kötüler bulanıklaşmasın). 2019 yazında başladığımız ve aslında intihar temasını ele alan şiir dizisinin yeni kısımlarına bulaşma/yakalanma düşüncesini ithal ediyoruz. İmdi, Yılmaz da Ortadoğu’yla ilgili uyandırıcı yazılarından birine başlayacakken tam, gözü bunlara takılıyor, “insaf!” diyor, “ne biçim insanlarsınız siz, hiç mi düşünmezsiniz!”-- Ama belki bu da değildir.
***
Salgın karşısında tam da bu “yorum topluluğunun” derin içlerinden gelen en dürüst, sözcüğün iyi anlamıyla en temiz cevabı, en sahicisini, Taner Timur’un Cumhuriyet Pazar’a verdiği söyleşide buldum ben (7/4/2020). “Epeyce yaşlı olduğum halde daha önce böyle bir şey yaşamamıştım,” diyordu Timur: “İlk etkisi, bana bütün analiz yetimi kaybettirmek oldu, zihnim durdu, baktığım dünyayı tahlil edemez, yorumlayamaz oldum.” (Hoca beni bağışlasın, gazeteyi kaybettim, internetten de giremiyorum, bendeki izlenimi aktarıyorum). Şüphesiz analiz süreci tekrar başlayacaktır (bizi buna alıştırmıştır), ama kesintiden sonra, kesintiyi kaydetmiş, içermiş olarak. Demirel’in “nerde kalmıştık”ı yok.
İkinci örneğimi de M. Ender Öndeş’in Yeni Yaşam gazetesinde Mart sonunda çıkan yazısından alacağım, şair ve öykücü olmasına rağmen (25/3/2020). Yazının başlığı “Yeni Bir Yolda, El Yordamıyla”. Ama hangisi önemli, duraksamadan yeni bir yola girişimiz mi, yoksa orada ancak el yordamıyla ilerlemekte oluşumuz mu? Öyle veya böyle:
Şimdiye kadar böyle bir şey yaşamadık. Bilmiyoruz, bilmiyorduk, öğreniyoruz. Deprem gibi hallerde ta 70’li yıllardan beri devrimcilerin belli refleksleri vardı ve işler nispeten daha kolaydı. Çünkü biz vaka yerine geldiğimizde ‘olup bitmiş’ bir olayla karşılaşıyorduk. Felaket ne kadar ağır olursa olsun, sonuçta yaptığımız şey, hızla organize olup geride kalanlar için dayanışma ağları kurmak, toplanan malzemeleri dağıtmak, enkaz çalışmalarına katılmak ve bu arada da devletle cebelleşmekten ibaretti. Kolay derken kastettiğim şey, işin çalışma mantığı elbette, yoksa Kocaeli’nde Van’da bulunanlar pratik zorlukları değil. Bu kez farklı bir şey var karşımızda ama. 30 saniye içinde yıkılmış bir şehirle değil, başlayıp büyüyen, gitgide tırmanan bir süreçle karşı karşıyayız. Şiddeti her gün artan bir felaket üstümüze üstümüze geliyor ve en kötüsü, biz onun ne kadar yakınımızda ne kadar uzağımızda olduğunu da bilmiyoruz. (a.b.ç.)
Sahiden bilmiyoruz; öğreniyor muyuz, onu da bilmiyoruz. Arzu Yılmaz’ın kara istatistikleri ortadayken biz şimdi bir kaşık suda kasırga mı çıkarıyoruz, bunu bilemiyoruz. Bilim kişileri bize “henüz bilmiyoruz” diyorlar; ciddiler mi yoksa enayi yerine mi konuyoruz (aslında bize bilgi vermek gibi bir mecburiyetleri de olmamalıydı, işlerine devam etmeliydiler, politikaya ve gazeteciliğe bulaşmadan, avukatlar ve mimarlardan da olabildiğince uzak durarak).
Öndeş, çok yol gösterici olmadığını zaten baştan söylediği “deprem” analojisine başvuruyor. Deprem ne yapar bize, en iyi ihtimalle? Sağ çıkmışsak ve gözlerimizi kırpıştırarak etrafa bakınıyorsak bizi toplumsal varlığımızla karşılaştırır, apartmandan sokağa, siteye, mahalleye ve şehre doğru genişleyen bir toplumssallık gerçeğiyle burun buruna getirir. Açlık, sususuzluk ve oksijensizlik: bu da tarihsel bir durumdur: bir tarihi vardır, suçluları ve mağdurlarıyla. Bu çapta bir virüs salgınıysa insanı toplumsalın ve tarihselin ötesinde (veya berisinde) kendi türsel varlığıyla yüz yüze bırakıyor. Bir canlı türünün mensuplarıyız. Şüphesiz salgının da bir ekonomi-politiği vardır, sınıflar arasında eşit bölüşülmeyeceği kesindir. Yol açacağı ekonomik ve sosyal yıkım bizi biyoloji düşünmekten de aciz bırakabilir. Ama insanların da başka canlılar gibi zayıf olduğuna, demek maddenin en dayanıksız sektörüne (fiziğe ve kimyaya değil de özel olarak biyolojiye) ait olduğunu kavramak için mutlaka kötü bilim-kurgu filmleri mi seyretmemiz gerekiyor? Ve insanın kendi dokularına, barsaklarına, akciğerine eşitlenmiş olması iyi bir şey mi? Biz daha yüksek hedefler için yaratılmamış mıydık?
Sofokles’ten Camus’ye kadar veba bir metafor, tarihsel ve sosyal durumla ilgili bir alegori olarak kaldı. Şimdi de herhalde üç-beş ay sonra geçecek ve biz de tekrar o sosyal gerçeklerle kalacağızdır diye umuyoruz.
[1] Burada terimi ilk kullanan 1960’lı yılların sonuna doğru Süleyman Demirel’di; İsmet İnönü ise Nixon’u, hatta De Gaulle’ü taklit edecek adam değildi: sadece “haytalar” diyordu isyancı öğrenciler için.