Koronavirüs salgınının gelip geçmesinden sonra dünyanın aynı dünya olmayacağını söyleyenler tam ne demek istiyorlar, bilmiyorum. Bunu, ışıklı bir “yeni dünya”nın müjdesi olarak tanımlamıyorlar herhalde. Yaşaması, katlanması daha güçleşmiş bir dünyadan söz ettiklerini sanıyorum. Böylesi, benim zihnimde oluşan “fütüroloji”ye daha yakın.
Salgın, şu ana kadar, bize “yeni” bir dünyanın çizgilerini göstermedi bence. Sanki belirli bir loşluk içinde oturuyorduk da, salgın birden ışıkları yaktı. Tam seçilemeyen silüetler olarak duran sorunları (eski sorunlarımızı) birden bu ışık altında gördük. Bu sorunları görmek istemiyorduk ya da görmeye hazır değildik. Ama salgın, mekanı aydınlatırken, “Buyurun, bakın,” dedi, “yaşadığınız yer burası. Gün ışığı altında gerçek topografyanız bu.”
Yani virüs bize bir gelecek penceresi açmaktan çok “hal-i hazırdaki” durumumuzu gösteren bir “vizyon” sundu. Bu durum, elbet, uzak ve yakın geçmişin birikmiş sorunlarının ana çizgilerini çizdiği bir “topografya”; ama geçmiş üstüne açık seçik bir görüşümüz olmadıkça gelecek üstüne yürüteceğimiz tahminler de sağlam bir zemine oturmaz. Virüs, bu çerçevede, bir gelecek resmi çizmese de, geleceğe daha gerçekçi bir donanımla bakmamıza yardımcı oluyor.
Virüsün kendisi neyin nesi? Nereden neşet ediyor? Bu konuda “rivayet muhtelif”; bir yanda olmazsa olmaz “komplo teorileri” var: laboratuvarda kasten yaratılmış bir şey! Çin-Amerika rekabetinin ürünü ya da yaşlıları yok etmek için tasarlanmış v.b. Bunlar söyleniyor, yeni teoriler de bulunacaktır. Ama şöyle ya da böyle, doğal süreçlere müdahalelerimizin bir yan-sonucu olması ihtimali son derece kuvvetli. Bu zaten, dediğim o loşluk içinde gittikçe büyüdüğünü seçebildiğimiz bir sorundu.
Sanayi Devrimi’nden bu yana, Marx dahil birçok düşünürün “doğayı egemenlik altına almak” diye adlandırdığı bir çabamız var. Niye ille egemenlik “altına” almak? Tamam, doğanın bize çektirdikleri oldu; oldu ama her şeyi bize veren de o. İlişkimizin bir “mücadele” ilişkisi olmasına gerek yok. Doğa bizimle mücadele filan etmiyor. “Doğal” olanı yapıyor. “Mücadele” gibi kavramları icat eden, sonra da davranışlarımızı o kavramlara uyduran biziz. Marx egemenlik mücadelesinden söz ediyordu, ama bu süreçte insanın biriktirdiği gücün daha ne kadar büyüyebileceğini görmesine imkan yoktu, İnsanların Aral Gölü’nü kurutabileceğini, dünyanın okyanuslarını böylesine kirletebileceğini v.b. herhalde hayal edemezdi. Yok etmek, her zaman, var etmekten çok daha kolaydır. Biz insanlar, şimdi, gerçekten ürkütücü bir yok etme potansiyeli yaratmış durumdayız — ve “yok etme” araçları her zaman “sorumlu” güçlerin denetiminde değil.
İşte “ozon tabakası”. İşte “iklim değişimi”, işte “eriyen buzullar”. Dediğim o loş odada bunlarla birlikte oturuyorduk. Dünyanın Trump’ları da, “Ne varmış ısıda? Daha fazla ısınmak istiyorum” diye “espri” yapıyorlardı. Donald Trump’ları, Boris Johnson’ları koronavirüsün başında da dinledik. Şimdiki hallerini de görüyoruz. Hem de epey kuvvetli bir ışık altında görüyoruz.
“Ekonomi” dediğimiz bir bilimimiz var. Bu “bilim” hakkında bir “ideoloji”miz de var. Buna göre, “bilim”in bize söylediklerini “dindarane” bir sadakatla yerine getireceğiz. Peki, böyle yapacaksak, bu “bilim”in “din”den farkı nerede?
Ve ekonomi bize durmadan “büyüme” diyor. “Büyü” diyor, büyüyoruz. Eskaza büyüyemez hale gelirsek “başarısız” oluyoruz. Bu davranışla yeryüzündeki eşitsizlikleri de büyütüyoruz. Ama kaynakları da tüketiyoruz. 200 mü, kaç tane devlet varsa, hepsinin ekonomi bakanı altın madalya alacak ölçüde başarılı “büyüme” yaptı, diyelim; bundan, daha güçlü bir dünya mı doğar?
Büyüyenlerden biri de dünya nüfusu. Hep söylenir ya, Çin’de ve Hindistan’da yaşayan her birey ortalama Amerika yurttaşının tüketim imkanlarına sahip oldu, diyelim. Kaç özel otomobil sahibi eder bu? Benzini şusu busu, ne eder? “Hayır, böyle olmasın” deme hakkına sahip kimse var mı?
Gelişen teknoloji. Büyüyen nüfus. “Rasyonalize” edilen iş yöntemleri.
Gene virüse döneyim. Diyorlar ki virüs zaten bir nedenle başı dertte olanları daha fazla etkiliyor. Yani, adamın “şeker” illeti var; virüs onu daha kötü vuruyor, öldürüyor da. Virüsün bireylere karşı güttüğü bu stratejiyi kurumsal düzeyde de gösterdiğini düşünebiliriz. Bakalım Amerika örneğine. Koskoca Amerika’nın doğru düzgün bir sağlık sistemi yok. Çünkü Amerikan kapitalizmi öyle dört dörtlük sağlık sistemi oluşturacak devlet istemiyor. Normal ahvalde yığınla acıklı olay oluyor, sürüyle haksızlık oluyor, ama ahali bunları “normal” görmeye alıştığı için uzun boylu itiraz yükselmeden düzen devam ediyor. Ama şimdi olduğu gibi salgın filan çıkınca işler değişiyor. O zaman virüs Amerika’yı oradan, o zayıf yerinden yakalıyor, canına okuyor. Bunu Amerikalılar anlayacak mı? “Biz bu konuda bile bile böyle davrandık. Yanlış yaptık” diyecekler mi? Yoksa gene Evangelistler’in kaskatı açıklamalarını dinleyip eski yolda devam edecekler mi?
Yani bu anlamda salgın elindeki ışıldağı şimdiye kadar kurageldiğimiz yapının köşe bucağına tutuyor ve eksik gediği görme imkanını yaratıyor. Görmek elimizde—görmemek de.
Popülist politikalar ve politikacılara girmedik. Bir kısmı Soğuk Savaş döneminden, bir kısmı ise onu izleyen “Kapitalizmin Zaferi” döneminden biriktirerek getirdiğimiz bir yığın soruna girmedik. Bence en büyük sorun olan “Paylaşma Kültürü” eksikliğine (ya da “yokluğuna”) hiç girmedik. “Temsili demokrasinin krizi” dediğim ve bambaşka etkenlerden kaynaklanan sorunlar yumağını da sollayıp geçtik. Bunlar hepsi aslında “eski” sorunlar, ama eski sorunlara çözüm bulmadan “yeni” bir dünyanın şarkısını bestelemek ya da söylemek mümkün değil.
Onun için, “Enternasyonal”in güftesini değilse de bestesini akılda tutmak ve ara sıra mırıldanmakta yarar var, derim.