Hakikat emekçisi bir gazeteci Pınar Öğünç. Bu gazetecilikte bir eda söz konusu: konuşma salgınının her yanı sardığı bir söylemsel vasatta, kendi sözünü, kendi deneyimini söyleme şehvetine kapılmayan, analiz zevkinden çoktan geçmiş, hele toplumsal olanla bağları kopmuş şahsi-liklere, bilhassa orta sınıfın kendini teşhir etme iğvasına karşı bağışıklı, susma erdemini gösteren bir eda bu... Şimdilerde adı haklı olarak yeniden parlayan, iktidar kavramı etrafında düşünceleri yeniden tartışılan Foucault “ben bir gazeteciyim” diyordu: radarını ışıktan yoksun olanlara, “normal” olanın baskısı altında inleyenlere göre ayarlayan, eleştirel işlemini makro olana değil, mikro olana odaklayan, oradan kotardıklarıyla da iktidarı ifşa eden bir gazeteci olarak Foucault... Pınar Öğünç’ün edasında Foucault’dan mülhem çizgiler aramak değil maksat: Foucault gibi Öğünç de ikilikler, zorbalıklar, sömürü ve eşitsizlikler üzerine kurulu bir dünyanın dertlisi. Yinelemek pahasına: Pınar Öğünç ışıltılar arayıp karaltılara da razı olan bakışını konuşma çemberinin dışında kalanlara, uzun yıpranık susanlara, kapitalizmin pazar ilişkilerinde söz varlığı olmaktan ötelenip tepelenip de ses varlıkları olanlara yönelten, bu esnada sözün yahut sesin temsiline, çer çöp politikacı takımının jestlerine ise hiç prim vermeyen, dip köşe varoluşların söz ve seslerine bir adım geride durarak işaret eden, çelebice ve çokça efkârlı bir tavırla şurada yahut orada da kimi sesler var diyen hakikat emekçisi bir gazeteci...
Bu zarif emekçiliğin şahikası ise salgın ekseninde, röportaj aktarımlarıyla ve Murat Başol’un muntazam çizimleriyle ilerleyen Gazete Duvar’daki yazı dizisi: herkesin can ve mal derdine düştüğü bir zamanda maldan yoksun ama canları ucuza gitme ihtimali olanları, çalışma cehenneminde acı çekenleri, delirme sınırında duranları, sinirleri bozulanları, ama çaresiz devam edenleri, taşeron, düşük maaşlı, güvencesiz olanları, kargocuları, eczacıları, hemşireleri, kuryeleri, prekarya zeminindeki kırılgan yazılımcıları zamanın pusundan pasından, konuşma imkânına sahip olanların kum selinden alıp da müstakil ama birbirleriyle ilişkili bir söylem alanına taşımak; yorum yapmadan, ahkam kesmeden üstelik. Marx’ın “anlatılan senin hikâyendir” hikmetli sözünü, yeniden ve başka içeriklerle, ortalığı ayağa kaldırmadan anımsatan bir tutum bu: hâlâ ama hâlâ bazı hikâyeler var bu dünyada, öfke, korku, çaresizlik gibi türlü çeşitli duygularla birbirleriyle ilişkili, birbirleriyle didişen, birbirlerini çağıran, tekillik menzilini aşıp da çoğulluk düzleminde toplaşmak, çoğalmak, bir düşünceye, kadim bir özgürlük düşüne varmak isteyen hikâyeler: bu hikâyelerin varmak istediği düşünce ve özgürlük düşü herkesindir ama hususen kimseye ait değildir...
Hikâyenin hakikatle bağlarını koparmadan, hakikatin sözcüsü olma hevesine düşmeden yapılan bu zahmetli işte Pınar Öğünç kendi “yeri”ne, gazeteci ahlakının sağlamasını yapan siyasal etiğine sonuna kadar sadık. Tıpkı hikâyesini dil alanına taşıdığı motosikletli bir kuryeci gibi icra ediyor kendi işini de: bu riskli emekçilikte, müthiş bir rikkatle söylem üretme ayartısına, siyasal iktidar üstüne fiyakalı çözümlemelerde bulunma arzusuna hiç ama hiç bulaşmıyor... Kurye taşıdığı “şey” üzerine uzun boylu tefekkür edebilir elbette, ama onu söze-söyleme boğma ihtimali hep var, ayrıca taşıma hareketinin kendisi üzerine düşünmek de emek isteyen başka bir çaba... Pınar Öğünç’ün aktardığı hikâyeleri soldurmamak için gösterdiği özen: bu özen sosyolojik analizlere dudak büken, siyasal perspektiflere kaş kaldıran, teoriye burun kıvıran bir duygu bagajına sahip değil. Zira Pınar Öğünç nezdinde zamanı kasıp kavuran bir dermansızlığa, takatsizliğe merhem olmak için kıstırılmış, yerlere vurulmuş seslerin işitilmesi daha öncelikli. Hakikat ve ses ilişkisi bir şarta bağlı ama: Kişi bir başkasının sesini duyduğunda kendi sesini de duyabilecektir. Kendi sesinin yitikliğini daha baştan ortaya koyan Pınar Öğünç, kendi kayıp sesini başkalarının sesinde arama niyetinde, dahası belli ki uzundur sızlayan bu yarasını teskin etme biçimini de kimsenin kafasına vurma arzusunda değil. Bir ses: bulur ya da bulmaz, o ayrı, zira bir enerji, bir istek var, arama hareketini sürgit kılan... Gelgelelim bu hakikat emekçisi gazetecilik düşünceden, kristalleşmiş düşünceden yana hiç fukara değil ama... Taşıdığı, omuzlarının yettiği kadar yüklendiği ve kapılara kadar servis ettiği her tekil hikâyenin sayfa sonunda billur bir düşünce parçası yer alır, italik harflerle:
Gezegeni saran bir virüsün birkaç ay içinde yarattığı bu öngörülemez olağanüstü halin, kapitalizmin hâlihazırdaki eşitsizliklerini görünür kıldığından, derinleştirdiğinden ve bundan sonra hiçbir şeyin aynı kalamayacağından konuşuyor çok insan. Kalamayacak mı gerçekten? Neden kalmasın ki? Varlığını, her veçhesiyle sömürgeciliğe, cinsiyetçi iş bölümüne ve tam da derin bir eşitsizliğe borçlu bu düzen kötücül bir virüs gibi ruhlarımızı ve bedenlerimizi sarmışken “iyileşmek” nasıl mümkün? Kadınlar, erkekler, işçiler, memurlar, işsizler, beyaz yakalılar, mavi yakalılar, “yaka” devri değişti diyenler, serbest çalışanlar, evde çalışanlar, hâlâ çalışanlar, zorla çalıştırılanlar, karantinadakiler, geleceği göremeyenler, gördüklerinden yorgun düşenler anlatıyor. Neden bu uzun yazı dizisine başladık? Çünkü birbirimizin sesini, derdini duymaya, diğerinin dermanında kendimizinkini aramaya ihtiyaç var.
Teoriyi özümsemiş bu çekirdek düşüncenin dünyanın halinden “yorgun düşünlerin” kendi dertlerini anlattıkları parçaların “başında” değil de –zarifçe bir çekilme jestiyle- “sonunda” yer alması: bu italik harfler arasındaki “olağanüstü hâl”, “kapitalizm” yahut “eşitsizlik” kelimeleri, sesi bastırılanlar tarafından bu kelimelere hiç bulaşmadan aktarılan hikâyelerde-olaylarda başka ve daha sahih kelimelerle ifade edilmeye çalışılıyordur... Pınar Öğünç yerinin farkında, bundan hiç şikâyetçi değil üstelik, öne çıkarak, yüksek perdeden, temsil yalanını üstlenip bağırarak değil, aksine beride durarak, usulca meramını dillendirmek, dünyanın söylem akışına katılmak: nadide bir adap, gıpta ettiren bir yordam bu... Ve harfler arasındaki sesin sorduğu o korkunç yüklü ama hırçın olmayan, sadece bugüne değil, yarına da uzanan yoğun soru: kapitalizmin “normali” ne zamandan beri normal addediliyor, ruhlar ve bedenler kapitalizm virüsüyle bunca harap edilmişken, “iyileşmek nasıl mümkün?”