Bu Salgını Çoktan Beklemiyor muyduk? (II)
Erdoğan Özmen

Büyük bir şey geldi başımıza. Toplumlarımızı, kurumları, ekonomileri, üretim süreçlerini, gündelik hayat pratiklerini, bedenleri ve ruhları aynı anda etkileyen büyük bir olay. Her birimizi farklı biçimlerde düşünmeye zorlayan bir şey bu. Nitekim hemen hepimiz olan biteni yorumlamaya, anlamaya, analiz etmeye çalışıyor, yazılar yazıyor, söyleşiyor, birbirimizle dertleşiyor, konuşuyor, okuyor, izliyor, dinliyoruz. Belli bir telaş ve acelecilikle davrandığımız, olan biteni tam olarak sindirmeden ve yeterince deneyimlemeden tepki verdiğimiz söylenebilir şüphesiz. Söz konusu travmanın asıl kavramlarını “olgudan sonra”, demek geri dönüşlü olarak oluşturmak için sabırlı olmamız, beklememiz gerektiği filan ileri sürülebilir.  Ama diğer yandan, bu korkunç belirsizliği, bu devasa alt üst oluşu, belli bir anlamda Lacancı Gerçekle karşılaşma diyebileceğimiz şeyin yarattığı kaygıyı, yaşadığımız dehşet ve korkuyu, içinden geçmekte olduğumuz yabancı/bilinemez Şeyi ehlileştirmeye, tahammül edilebilir kılmaya, kendi anlam dünyamızda bir yere yerleştirmeye ihtiyacımız var.

Bir şey daha var tabii: Şimdi kritik bir eşikteyiz. Birçok şey şu an alacağımız kararlara, yapacağımız seçimlere bağlı. Ya kendimize daha eşitlikçi, daha mütevazi, daha adil bir gelecek ve hayat kurmak için insiyatif alacak, buna cesaret edecek, bugün tam önünde durduğumuz yerin, düne kadar konuşulmaya değer bile görülmeyen en radikal kararların eşiği olduğunun farkına varacağız. Demek şimdiki durumu tam da böyle olağanüstü bir moment olarak yeniden inşa etmek, kendimizi yeniden tarihin faili/öznesi katına yükseltmek için dikkatimizi ve çabamızı varolan durumun içinde çoktan mevcut olan eğilim ve potansiyelleri tecrit etmeye yönelteceğiz. Özne/fail olmanın, kendini bir özne/fail düzeyine yükseltmenin imkan ve zeminlerini yaratmaya gayret edeceğiz. İnsanın çabasının mucizevi potansiyellerini fark edeceğiz. Ya da diğer seçeneğe teslim olacağız: türümüzü ve yeryüzünü giderek daha korkunç felaketlere ve daha da karanlık bir geleceğe sürükleyecek olan şimdiki çürüme ve yokoluş -belki bir de totaliter rejimler eşliğinde- sürecinin pasif, zavallı seyircileri olmayı sürdüreceğiz . Bu, salgına siyasal bir değer atfetmek ya da salgının kendiliğinden bazı siyasal sonuçlar doğuracağını söylemek değil, kendimize yönelteceğimiz “buradan nereye gitmek istiyoruz?” sorusunun tam zamanı olduğunda ısrar etmektir.       

                                                    ***

İnsana ilişkin en büyük muammalardan birisi şudur: Bizim için önemli ve değerli bir nesnenin/şeyin/varlığın kaybedilmesinin ya da herhangi bir kayıp tehdidinin özne için doğuracağı tehlikenin, eksiksiz bir tatmin sağlayacağı varsayılan nesnenin zaten kayıp olduğu hakikatini örten bir işlevi vardır. İnsanın herhangi bir kayıp karşısında kat etmek, içinden geçmek zorunda olduğu yas çalışmasını zahmetli ve karmaşık hale getiren şey budur esasen. Bir yas sürecinin/çalışmasının gerçekte belki de hiç tamamlanamayan bir şey olması bu yüzdendir. Sonu gelmeyen ve hep tekrar eden özdeşimler ve içe-yansıtma/içselleştirmeler, geride ve derinlerde hep zonklayıp duran acı ve keder, habire yeni sığınaklar, teselliler, ikameler icat etme ve arama çabası, bazen bütün ruhumuzu istila ederek dayanılmaz hale gelen zulmedici suçluluk duyguları -apansız kasılmaları ruhun- bu yüzden… Hiç yatışmayan, eksilmeyen o kayıp hissi, tam bir eksiksizliğe, bir tamlığa/bütünlüğe, tam bir doyuma yol açacak nesnenin asla var olmadığı, zaten “kayıp nesne” statüsünde olduğu hakikati yüzündendir. Çoktan kayıp bir nesne olarak, kaybolmuş olması gereken bir nesne olarak geri-dönüşlü bir biçimde -ancak- inşa edebildiğimiz nesne.

Romanlarını sevinçle ve heyecanlanarak okuduğum bir yazarla, sevgili Ayhan Geçgin’le burada karşılaşmış olmanın mutluluğundan da söz etmiş olayım böylece, Onun “Yanmış Çocuk Düşü: Gerçeğe Uyanmak” yazısı üzerine, etraflıca düşündükten sonra yazma fikrimden..

 “Yanmış Çocuk Düşü” nü, demek bir de “kayıp nesne” kavramı eşliğinde düşünebiliriz. Söz konusu rüya sahnesinde gösterilenler, rüyanın temsil sahnesinde yer alan  rüya içerikleri (çocuğun yaşıyor ve konuşuyor olması) tarafından görünmez kılınan -orada mevcut olmayan/kayıp olan- şey de (yani ölüm, ölü çocuk) bir kayıp nesne statüsünde değil midir?

Bir şeyin farkına vardık ve bunun bugün bize dayatılan zorunlu eve kapanma, karantina, fiziksel mesafe, hastalık istatistikleri vb. yüzünden arada kaynamasına izin vermemeliyiz:  Ortak geleceğimiz, yeryüzünün geleceği, hayatlarımız, en temel ihtiyaçlarımız -sağlık, beslenme, barınma, temiz hava ve su- hiç olmadığı kadar tehlikedeymiş meğer. Sahip olduğumuzu sandığımız her türlü güvenceden, haktan ve savunma kalkanından çoktan yoksunmuşuz. Bu zamana kadar, zaten onca yoksunluk ve acı içindeyken, yine de sahip olduğumuzu ve şimdi kaybettiğimizi sandığımız hiçbir şeye gerçekten sahip değilmişiz.

Salgını çoktan beklediğimizi, fiilen gerçekleşmeden önce, fantazi-mekanlarımızda çoktan onun için bir yer açmış olduğumuzu ve tam da bu yüzden abartılı/aşırı tepkiler verdiğimizi, üzerimizdeki etkisinin bu denli korkunç olduğunu söylerken aklımdakiler biraz da bunlardı. Aşırı ve abartılı halleriyle söz konusu panik/korku/dehşet tepkilerimize bir semptom statüsü veren şey, bunların geri-dönüşlü olarak anlamlarını oluşturacak, o anlamları içerdiğini varsaydığımız bir büyük Öteki’ye, tutarlı bir sosyo-simgesel düzene  yapılmış başvurular oluşuydu belki de. Bu beklentimizin karşılıksız kalışını acı içinde ve canlı canlı idrak ettiğimiz için ve kapıldığımız hüsran ölçüsünde, bunu tepkilerimizdeki bir aşırılıkla telafi etmeye çalıştık belki. Bir de ruhlarımızda, her an üstümüze çökeceğini, bizi tümden nefessiz bırakacağını -belki de çoktan olmuş bitmiş, sadece ilanını bekleyen bir şeyden söz ediyoruzdur- iyiden iyiye anladığımız bu canavarca işleyişe katılmış olmanın suçluluğu var şüphesiz.              

Şimdi, tüm bu zaten yoksun olduğumuz ve gerçekten hiç sahip olmadığımız onca şeyin, olanca keskinliğiyle patlayan bu olgunun yaygın bir “yas söylemi” tarafından, güncel/zorunlu kayıplarımız ve mahrumiyetlerimiz etrafında oluşturulan bir kayıp ve yas anlatısı tarafından karartılmasına karşı çıkmalıyız. Asıl şimdi, insanın haysiyetine ve değerine yaraşan bir hayatı hayal etmeye ve düşünmeye başlamanın tam zamanı değil midir?

                                             ***

Nasıl bir “insanlık fikri”yle devam edeceğiz yolumuza? Bugün kendimize sormamız gereken sorudur bu. Belki de çok uzak olmayan bir gelecekte büsbütün yıkıntıların altında kalmak, tam bir mahvoluşla karşılaşmak istemiyorsak eğer, şimdi bütün gücümüzü buna yoğunlaştırmalıyız. Karşımızdakilerin, sermaye ve iktidar sahiplerinin nasıl sefil ve ahlaktan yoksun bir insanlık anlayışı ve fikrine sahip olduklarını gösteren hızlandırılmış bir kurs gibiydi sadece şu salgın bile. “Sürü bağışıklığı” ya da “üretim çarklarının devamı” kisvesi altında aslında çoğumuzu gözden çıkarmaya ve gereksiz saymaya dünden razı, alçaklığını “bir kaç milyon çocuk ölüversin” demeye kadar vardırabilen bir sefiller ordusuymuş karşımızdakiler.

Ortak geleceğimiz için ortaklaşa bir eylemliliğin koşulu olarak insanın haysiyetini, hakkını/hukukunu, eşsiz değerini esas alan bir insanlık fikri. Buradan başlamalıyız. Söz konusu ortak düşünme çabası ve eylemliliğin ilk kazanımı, bu korkunç sistemin/işleyişin hepimizdeki en fena ve karanlık yanları (açgözlülüğü, nefreti, yıkıcı rekabeti, acımasızlığı, cehalet tutkusunu)  nasıl ortaya çıkardığına ilişkin içgörü olacaktır.