Her yeri ve her şeyi saran belirsizliklerin hüküm sürdüğü bugünlerde, Kürt siyasal alanı gibi zaten olağanüstü hızla değişen ve dönüşen bir denklemin muhasebesine girişmek beyhude bir çaba sayılabilir. Ancak, yaşanan son gelişmeler üzerine, en azından, bir durum tespiti yapmaya çalışmakta da yarar olacağı kuşkusuz.
Bu durum tespiti, aslında, dört ay önce yeni yıla girerken yine Birikim Haftalık sayfalarında kaleme aldığım yazının devamı olarak okunabilir. Zira o yazıda, Kürtlerin yüzyıl süren mücadelelerinde elde ettikleri tüm kazanımların topyekûn imhasıyla sınandıkları bir eşikte durduklarını yazmıştım ve savaşın sürmesinin kaçınılmaz göründüğü bu eşikte, ‘…nasıl olur da fincancı katırlarını ürkütmeden Kürtler arasında bir birlik sağlarız?’ sorusuna acil bir cevap arandığını savunmuştum. Son günlerde Irak Kürdistanı’nda patlak veren Zine Werte krizi ve tam da bu kriz üzerine Abdullah Öcalan’dan gelen mesaj, birçok yönüyle 2020’ye girerken yaptığım bu tespiti doğruladı.
Ancak, Öcalan’ın Kürtler arası birlik konusunda PKK ve KDP arasında 1982 yılında yapılan anlaşmaya doğrudan bir referans vermesi, en azından Öcalan’ın nazarında, ‘fincancı katırlarını ürkütmeme’ hassasiyetinin pek de önem taşımadığını gösterdi. Bu bağlamda, şu notu düşmeden geçmemek sanırım yerinde olur: ailesi ya da avukatlarıyla görüşmesi devletin verdiği keyfi kararlara bağlı olan Öcalan’a, nasıl olup da bu mesajı verme fırsatı -sanki bugüne kadar hiç olmadığı kadar acil bir durum varmış gibi- yirmi bir yıldır kullanılmayan telefonla görüşme yolu açılarak tanındı? Doğrusu, çok merak ediyorum. Ama kişisel olarak ‘Ali Cengiz oyunlarını’ anlamakta mahir olmadığım için, tartışmayı açık ve net olan bilgiler üzerinden yürütmeyi tercih ederim.
Bu çerçeveden hareketle, önce 1982 anlaşmasının neden fincancı katırlarını ürkütme riski taşıdığını açıklamaya çalışayım. ‘PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan ve PDK-I Başkanı Mesut Barzani’ imzalarıyla varılan 11 maddelik bu anlaşma şöyle başlar: ‘Başta Amerika Birleşik Devletleri emperyalizmi olmak üzere, emperyalizme karşı olmak, Kürdistan Ulusal Kurtuluş mücadelesini ona karşı bir güç olarak görmek ve bu mücadeleyi geliştirebilmek için yoğun bir çaba içerisine girmek…emperyalizmin Kürdistan ve bölgedeki plan ve komplolarına karşı mücadele etmek’. Anlaşmanın 4. Maddesi ise şöyle devam eder: ‘Bölge halklarının ve aynı zamanda Kürdistan Ulusal Kurtuluşu’nun ve önderliklerinin düşmanı olan… rejimlere karşı savaşmak…’
Öcalan’ın bu anlaşmaya referans vermesi, hiç kuşkusuz, Kürtler arasında bugün kotarılmaya çalışılan bir uzlaşmaya söz konusu maddelerin birebir taşınacağı anlamına gelmez. Ancak, 1982 anlaşmasının ilk defa Öcalan’ın mesajıyla gündeme gelmediği, 2014 yılından bu yana PKK ve KDP arasında yürütülen müzakerelerde de tartışıldığı göz önüne alınacak olursa, bir çerçeve metin olarak önemi yadsınamaz.
Zira, 2014’ten bu yana her iki partinin de 1982 sürecine benzer koşullarla karşı karşıya olduğu söylenebilir. Öncelikle, KDP’nin 1975 Cezayir Antlaşması sonrası yüzbinlerce Kürt’le birlikte İran’a sığındığı, PKK’nin ise 1980 darbesiyle birlikte kuruluş ve örgütlenme faaliyetlerini Suriye’ye taşıdığı bu dönemde, her iki partinin de oldukça güçsüz kaldıklarını not etmek gerekir. Fakat bu ortamda patlak veren Irak-İran savaşı, Kürt ayaklanmalarında her zaman stratejik bir öneme sahip olan Botan-Behdinan sınır hattına yerleşme imkânı doğurur. Böylelikle, KDP İran’ın, PKK de Suriye’nin kontrolünden görece kurtulacak ve o günün koşullarında en azından ‘hayatta kalma’ garantisine kavuşulacaktır.
Bu haliyle, 1982 anlaşması her şeyden önce var olma mücadelesinde ortaya çıkan zorunlu bir güç birliği anlaşmasıdır. Ama bu güç birliği aynı zamanda söz konusu iki parti arasındaki ilişkiyi ‘Kürdistan Ulusal Mücadelesi’ çerçevesinde girişilen bir ‘ittifak’ olarak da tanımlar. Dolayısıyla, güç birliği alanı yalnızca Botan-Behdinan sınır hattını da içeren Irak Kürdistanı bölgesini değil, dört ülkeyi kapsar. Zira anlaşmanın 8. maddesi ‘her örgütün diğer parçalarda kendine bağlı grup ve güçler oluşturması…Kürdistan ulusal sorununu tartışıp belli kararlar alacak olan üst düzeyde toplantılar düzenlenmesi’ gibi konulara ayrılmıştır.
Sonuçta, PKK ve KDP arasında varılan 1982 anlaşması 1987’de kadük olur. Ancak, bunun nedeni uzun yıllardır adeta mutlak bir veri olarak kabul edilen KDP-Türkiye işbirliği değil, her iki partinin birbirine yönelttiği cinayet suçlamalarıdır. KDP-Türkiye arasında bir temasın kurulmasından söz etmemizi mümkün kılan gelişmeler, 1988 Halepçe Katliamı ve 1991’deki ayaklanma sonrası Türkiye’ye gerçekleşen göçlerle başlar ve ABD’nin Irak’a müdahalesiyle gelişir. Bu temasın bir işbirliğine dönüşmesini sağlayan ise Cumhurbaşkanı Turgut Özal olur. Dönemin birinci elden tanıklığını yapan Cengiz Çandar, Mezopotamya Ekspresi adlı kitabında bu işbirliğinin yeni ve istisnai niteliğini gayet açık anlatır. Zaten bu işbirliği çok geçmeden PKK’ye de uzanır ve 1993 ateşkes süreci yaşanır. Özal öldükten sonra yükselen savaş ortamında ise Irak Kürdistan’ı çoktan yalnızca PKK ve KDP güçlerinin bulunduğu bir alan olmaktan çıkmıştır. Bu ortamda, her iki parti için de ‘hayatta kalmak’ adeta birbirlerine karşı ‘savaş’ şartına bağlıdır, ki bu durum 1990’lı yılların sonuna kadar sürer.
PKK ve KDP arasındaki ilişkiler bağlamında 2000’li yıllar yeni bir dönemin başlangıcıdır. Zira lideri Öcalan’ın 1999’da Türkiye’ye teslim edilmesiyle PKK önemli bir güç kaybına uğrar ve tümüyle dağılmak gibi bir riskle karşı karşıya gelir. KDP ise nihayet ABD’nin Irak’ı işgaliyle 2003’te Saddam rejimi tehdidinden kurtulur. Ama bu arada 1990’lı yıllar boyunca her an ensesinde hissettiği Türkiye baskısı da hafifler. Çünkü Irak işgali sırasında ABD’nin Türkiye’den beklediği desteği bulamaması, Türkiye’nin Irak Kürdistanı’ndaki varlığını zora sokar. Öyle ki, Türk askerlerinin başına ABD ordusu tarafından çuval geçirilmesi gibi olaylar yaşanır.
Nihayetinde, PKK, KDP ve KBY arasında bu süreçte yeniden bir yakınlaşma başlar ve bu yakınlaşma 2002 yılında yeni bir anlaşma doğurur. Bu anlaşma, 1982 anlaşması gibi yazılı bir metne dayanmaz; üzerinde uzlaşılan bazı prensipleri ifade eder. Buna göre, her bir partinin askeri ve siyasi kontrol alanları belirlenir ve taraflar bu alanlara karşılıklı olarak herhangi bir müdahalede bulunmama anlayışında mutabık kalır. Dolayısıyla, 1982 anlaşmasında olduğu gibi bir güç birliği değil, bir güç paylaşımı esastır. Öte yandan, yine 1982 anlaşmasından farklı olarak, 2002 anlaşması sadece Irak Kürdistan’ı bölgesini kapsar.
Bugün KDP-PKK ve bir ölçüde KYB arasında yaşanan gerginliğin temelinde ise 2011 yılından bu yana bölgede yaşanan alt-üst oluşun, bu anlaşmanın çerçevesini ve içeriğini zorlamasının yattığı söylenebilir. Zira özellikle KDP ve PKK artık 2002’deki pozisyonlarından çok farklı bir askeri ve siyasi hareketlilik içinde bulunuyor. 1982 anlaşmasının tam da bu dönemde gündeme gelmesi de bu yüzden. Çünkü söz konusu hareketlilik, her şeyden önce, sadece Irak Kürdistanı ile sınırlı değil. PKK zaten ilk kurulduğu günden itibaren askeri, siyasi ve sivil örgütlenmesini dört ülkeye yayma iddiası ve faaliyeti içinde oldu. KDP ise, her ne kadar PKK gibi bunu açıktan ilan etmese de, 2011’den bu yana her geçen gün etkinliğini dört parçada artırmaya başladı. Bu bağlamda, sayıları yedi bini aşan Suriye Kürtleri askeri birliği Roj Peşmergeleri ve otuz yılı aşkın bir süredir Irak Kürdistanı’nda mülteci olan İran Kürtlerinin oluşturduğu yaklaşık üç bin kişilik askeri güç, bu artan etkinliğin en önemli göstergeleri. Yine Suriye Kürt siyasi partileri çatı örgütü ENKS’nin ve İran Kürt partilerinin büyük ölçüde KDP himayesinde olduğu da bir sır değil.
Ancak, 2002 anlaşmasını revize etmeyi zorunlu ve acil kılan gelişmeler ilk Suriye Kürdistanı’nda ortaya çıktığında tercih edilen yine bir güç paylaşımı anlaşması oldu. Ne var ki, 2012’de kotarılan Erbil Anlaşması’yla Suriye Kürdistanı’nda siyasal hedef ve askeri mücadele konularında ortak komitelerin oluşturulması kararı alınmasına rağmen bu komiteler işletilemedi. 2014’te taraflar bu kez ABD inisiyatifinde yeniden bir araya getirilse de anlaşma yine sağlanamadı. Sağlanamadı, çünkü aslında işbirliğini Suriye Kürdistanı ile sınırlamak sahadaki gerçeklikle bağdaşmıyordu. Gereken, 2002 benzeri bir güç ayrılığı değil, 1982 benzeri bir güç birliği anlaşmasıydı. Nitekim 2014’te ortaya çıkan IŞİD tehdidiyle birlikte savaş hem Irak hem Suriye sahasını sardı. Ve bu savaşta KDP güçleri Kobane’ye, PKK ise Şengal, Mahmur, Kerkük alanına gitti. Sonuçta taraflardan birinin Irak’ta attığı bir adımın hesabı, kaçınılmaz olarak Suriye’de görüldü ya da tam tersi Irak’ta alınan bir pozisyonun faturası Suriye’de kesildi ve 2002 güç paylaşımı anlaşmasının yerini üstü örtülü bir güç mücadelesi aldı.
2017 referandumu ve arkasından Irak ve Suriye’de yaşanan gelişmelerle birlikte ise Kürt siyasal alanında yeni bir evreye girildi. Her şeyden önce, hem birbirileriyle hem farklı bölgesel güçlerle giriştikleri bu güç mücadelesinde her iki parti de hedeflerine ulaşamadı. Üstelik farklı biçimlerde de olsa, 1982 dönemi koşullarına benzer bir ‘hayatta kalma' riskiyle karşı karşıya kaldılar.
Bu çerçevede, PKK’nin ilk yenilgisi Türkiye’de oldu. ‘Hendek Savaşı’ olarak anılan süreç, her şeyden önce şiddet pratiklerini ve hukuk dışı uygulamaları eleştirmeyi gerekli kılsa da, sonuçları itibariyle PKK’nin Türkiye’deki hem askeri hem siyasi etkinliğine önemli bir darbe vurdu. Bunun da ötesinde, Kürtlerin Türkiye siyasetinde en büyük kazanımı olan HDP ‘demokratik güçleri harekete geçirmek’ şiarıyla çıktığı yolda sistemi değiştirmek yerine, CHP muhalefetine eklemlenerek sisteme teslim oldu. Bu bağlamda, Mithat Sincar’ın HDP eş-Genel Başkanlığı’na getirilmesi, uzun tartışmalar sonucunda kabullenilen bu yenilginin bir sembolü sayılabilir; Sancar’ın TBMM’nin 100. kuruluş yılı vesilesiyle yaptığı konuşması ise bu sembolün pratik karşılığı.
Diğer yandan, Öcalan’ın son iki mesajında önce ‘koltuk’ sonra ‘dükkan benim olsun küçük olsun’ göndermeleriyle işaret ettiği Rojava’daki gelişmeler de PKK’nin bir başka yenilgisidir denilebilir. Suriye iç savaşının başındaki bir yazımda Rojava’da ‘taktiğin stratejiyi belirlediği’ bir süreç yaşandığını vurgulamıştım. Rojava’yı yaklaşık on yıl boyunca bütün zorluklara rağmen ayakta tutan bu tutum, günün sonunda Rojava-Kandil ilişkilerini de belirledi. Rojava Yönetimi önce Afrin, ardından Sere Kaniye ve Gri Spi’den geri çekilme kararını, Cemil Bayık ve Murat Karayılan'ın açıklamalarına bakılırsa, Kandil’e rağmen aldı. Rojava Yönetimi’nin gerekçesi, nihayetinde kazanamayacağı bir savaşta daha fazla insan kaybının önüne geçmekti. Ama günün sonunda bu kararlar, PKK’nin Rojava sahasına nüfuz edebilme yeteneğinde önemli bir gerileme olduğunu gösterdi. Rojava ve Kandil arasındaki dengede, bugün artık Rojava Yönetimi’nin Türkiye ile uzlaşmaya gittiği fakat PKK’nin Türkiye’ye karşı savaşı sürdürdüğü bir tabloyla karşılaşmak sürpriz olmaz sanırım. Oysa bundan yalnızca üç yıl önce Rojava ile bir barış, PKK ile barıştan ayrı düşünülemezdi. PKK bağlamında kayda düşülmesi gereken belki de en önemli gerileme ise 2015’te açıklanan düzenli ordu yapılanması planlarının yerini, ‘vurucu timler’e ağırlık veren gerilla yapılanmasının alması oldu.
KDP ise, Irak Kürdistanı’nda üstünde durduğu zemini bile elinde tutmakta zorlandığı bir sürece girdi. Tartışmalı alanda sahip olduğu de facto kontrolü kaybettiği gibi, Süleymaniye merkezli yeni bir ‘tartışmalı alan’ gerçekliğiyle karşı karşıya kaldı. 1990’lardan bu yana bir güvence sayılan ABD askeri varlığı ise ne zamana kadar kalacağı belli olmayan, kalsa bile sorun çözmekten çok sorun yaratma potansiyeli taşıyan bir risk unsuru haline geldi.
Öte yandan, daha çok PKK bağlamında tartışılan Türkiye’nin Irak Kürdistanı’ndaki son operasyonları ve kurduğu yeni üsler, aslında bir yandan da KDP’nin hakim olduğu alanları çembere aldı. Bu bağlamda, yine mutlak veri kabul edilen KDP-Türkiye işbirliği anlatısı üzerine bir-iki not düşmek yerinde olabilir. Zira KDP’nin son yıllarda Türkiye’yi bir ‘dost’ değil, bir ‘tehdit’ olarak gördüğünü açık eden önemli gelişmeler yaşandı. En son Sere Kaniye ve Gri Spi operasyonları sırasında yapılan açıklamalarda, örneğin, KDP Politbüro üyesi Ethem Barzani ‘Türkiye eğer Batı Kürdistan’da başarılı olursa ardından Güney Kürdistan’ı işgal etmeyi planlıyor’ dedi. Bu arada, yıllarca KDP-Türkiye arasındaki ilişkilerde kilit bir rol oynayan Hoşyar Zebari ‘Türkiye’yi Kürtlerin düşmanı’ ilan etti. En son bundan iki ay önce ise Başbakan Mesrur Barzani Fransız 24 kanalına verdiği röportajda Türkiye’nin Rojava’daki operasyonlarını ‘işgal’ olarak nitelendirdi.
Aslında KDP’nin Türkiye’yi bir tehdit olarak algılamasını salt Serekaniye ve Gri Spi operasyonlarına bağlamak doğru olmaz. Zira KDP’nin Türkiye’yi ilk kez açık bir tehdit olarak tanımlaması 2008’e dayanır. O tarihte gerçekleşen Güneş operasyonu, KDP nazarında, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin 2003 sonrası kazanımlarına karşı girişilen bir savaştır. Sonuçta, PKK ve TSK savaşmaktadır ama Türkiye’nin Bamerne gibi üslerindeki askerleri ve tankları operasyona dahil etme çabalarının KDP’nin örgütlediği gösterilerle engellendiği herkesin malumudur. KDP’nin aslında Türkiye’yi ‘dost ve müttefik’ bir ülke saydığı yegâne dönem İmralı sürecine tekabül eder. Bu dönem de Türkiye’nin 2014’te IŞİD saldırılarına karşı Erbil’i yalnız bırakmasıyla sona erer. 2017 referendumunda Türkiye’nin takındığı tutum ise giderek güçlenen bu tehdit algısını konsolide eden bir gelişmedir.
Son tahlilde, başta da söylediğim gibi her yeri ve her şeyi saran bir belirsizliğin hüküm sürdüğü günlerden geçiyoruz. Dolaysıyla, Kürt siyasal alanı gibi zaten olağanüstü düzeyde değişim ve dönüşüm içindeki bir denklemin muhasebesi yapmak beyhude olabilir. Ama tüm belirsizliklere rağmen Abdullah Öcalan’ın son mesajında söylediği fakat aslında 2008 Güneş Operasyonu sırasında Kürdistan sokaklarındaki gösterilerde ilk kez dillendirilmiş olan ‘Ben kahvaltı olursam, sen öğle yemeği, öbürü akşam yemeği olur’ sloganı, bugün Kürt siyasal alanına dair bir durum tespitinin özeti sayılabilir. Yarın ne olacağını yaşayıp göreceğiz; yine 2008 Güneş Operasyonu ertesinde dillendirildiği gibi, ‘Atla gelenler, yayan gidenler’ mi olacak, yoksa biri kahvaltı diğeri öğle yemeği, diğeri akşam yemeği mi olacak…