Bugünden Yarına
Ömer Laçiner

Korona salgınının on binlerce insanın hayatına mal olduğu, halen de her gün yüzlercesinin ölmeye devam ettiği İtalya, İspanya da dahil çoğu ülkede Haziran ayı başlarından itibaren önlem ve kısıtlamaların tedricen kaldırılması için hazırlıklara başlandı.

Her ne kadar tıp otoriteleri, tehlikenin geçmiş sayılamayacağı yolunda ciddi uyarılar yapıyorsa da; yönetimler ve kamuoylarının büyük çoğunluğu bu riskin göze alınmasından yana olduğu için; öyle görünüyor ki yaz ayları ile birlikte bütün ülkelerde “normal hayat”a yeniden dönüş süreçleri yaşamaya başlayacağız.

Ancak daha şimdiden herkes bilmektedir ki; süreç başladığında “normal” denilirken kastedilen korona günleri öncesi hayatı döndüren çarkların birçoğunun zorlukla işlediği, bazılarının hasarının giderilemeyecek ölçüde olduğu, bir kısmının ise yerini başka türlü bir işleyişe bırakmak zorunda kalacağı görülecek. Bütün bunların Almanya gibi en güçlü ekonomilerin bile son yüz yılın en ciddi daralması ile karşılaşacağının kaçınılmaz olduğunun söylendiği koşullarda cereyan edeceği düşünüldüğünde; bir an önce “normal hayat”a geçilmesini talep eden geniş kitlenin nasıl boşalacağı belirsiz koyu bir endişeye bulanmış bir gerilimle yüklü olacağını kestirebiliriz. Korona günleri öncesinde en müreffeh ekonomilerin bile başağrısı olan işsizliğin, özel olarak genç/diplomalı işsizliğinin bu koşullarda hem ivmelenip hem de daha karamsar olacağı bir yana, bu kitleye karantinanın miras bırakacağı “yakın temastan, kalabalıktan uzak durma” alışkanlığından büyük ölçüde etkilenecek işkollarının çalışanlarının yanı sıra küçük işyeri sahiplerinin katılacağını da öngörebiliriz.

Daha da eklenebilecek bu öngörüler “yönetenler katı”nda da yapılıyor, gerilimin muhtemel çapı, “kimya”sı, bileşenlerini ayırma, kanalize etme, hatta birbirine karşı kullanma yolları araştırılıyor, yani özetle bu çok özel “korona günleri sonrası” için bir strateji tesbit ediliyor, bir “yol haritası” çiziliyordur şüphesiz. Muhtemelen bu safha geçilmiş, uygulamanın ön adımları da atılıyor olmalıdır.

Dünya ölçeğinde bir buhran dönemi olarak yaşanacağı besbelli olan önümüzdeki dönemde bu yönetimlerin en azından bir kısmının, muhtemelen bir çoğunun uygulayacağı stratejilerin, yaptıkları hesapların tutmayacağı, birçoğunun nasıl sona ereceği kestirilemez bir kaos, hatta iç savaş mecralarına sürükleneceğini şimdiden söylemek bir tahmin değil; halihazır buhranla kıyaslanabilecek geçmişteki buhranların tümünün de doğruladığı bir gerçek bir ön veri olarak dikkate alınmalıdır.

Ve yine dikkate alınmalıdır ki; genellikle yapıldığı üzere iktisadi nedenleri üzerinden tanımlanan, böyle yapıldığında fazlasıyla birbirine benzer gözüken buhranlar bu benzerliklerine rağmen her defasında öncekilerden büyük ölçüde farklı yönelişler, ayrışma ve çatışma çizgileri, odaklanılan konu-sorun farklılıkları içerirler. Davranış ve ilişkilere yansıyan, sinen başka bir havası vardır ve cepheleşme, çatışma durumlarında tarafların her birinde –ötekisi için zıddının geçerli olduğu umut/hınç,öfke/özgüven gibi– bir duygu halinin belirginliği fark edilir.  

Dolayısıyla buhran süreçlerinin seyri öncesinden asla öngörülemez. Şüphesiz belirli bir süre geçtikten sonra, tarafların bir araya gelmelerinin baskın karakteri, eylem biçimleri netleşmeye başlar gibi olduğunda; gidişatın seyri hakkında güçlü öngörüler yapılabilir; ama bu noktadan geriye bakıldığında buhranın başladığı zamandakinden tamamen farklı bir duruma gelindiği, önceden akla bile gelmemiş ihtimallerin, evvelce belirtisi bile fark edilmemiş eğilimlerin ön plana çıktığı görülebilir. Bu bakımdan buhran süreçlerine girilirken yapılabilecek en temel hata, düşülecek en büyük yanılgı “ne yapmalı?”nın cevabı için, süreci başlangıç anının başlıca siyasal –ve ekonomik– aktörleri üzerinden “okumaya” çalışmaktır.

Bu çaba büyük ölçüde boşuna olacaktır. Çünkü derin –ki önümüzdeki böyledir– buhran dönemleri aynı zamanda birer devrim/büyük dönüşüm durumlarıdır ve bunların da birincil özelliği insanların ve ilişkilerinin üzerindeki bir kapak kalkmışçasına bir durumun oluşması, bir tür özgürleşme havasının egemen oluşudur. Bir diktatörlüğün resmen hüküm sürdüğü ve üstelik şiddetini arttırmaya koyulmasıyla eş anlı bile olabilir bu; olabilmiştir de. Buhran sürecinin gidişatını, hatta “kaderi”ni belirleyecek diyelim ilk on faktörün beşi bu “özgürleşme” safhasının nitelik ve özellikleriyle doğrudan ilişkilidir.

O nedenle mevcut iktidarın ister istemez sendelemeye başladığı buhran sürecine girilirken eğer o zamana kadar muhalefet/iktidar adayı konumunda olanlar iktidarın belirlediği gündeme bağımlı kalmış, kanıksanmış eleştiri ve önerilerin ötesine geçememişlerse, birikmiş endişe ve tepkilerin kapağını sarsan buhranın ilk dalgasıyla birlikte o muhalefetin sahnenin kenarına itildiğini, kısa sürede oluşuvermiş yeni “aktör”lerin, insanlara “işte bu” dedirtebilen söz ve davranışlarla, hayallerini ve yaratma arzularını tetikleyen sloganlarla ortaya çıktığını ve böylece buhran sürecinden çıkışın ana yollarından birinin şekillenmeye başladığını görürüz.

Siyasal ilginin, hareket, toplaşma ve her çeşit deneyimin yönlendiricileri olacak bu yeni “aktör/sözcü”lerin nitelikleri, doğal güdüleri mi yoksa insani değerlerden beslenen eğilimleri mi motive edeceklerini ve ayrıca bütün bunların var olabileceği “alt üst oluş”un karmaşasında hangi(ler)inin ana mecraları oluşturacağını bilemeyiz başlangıçta. Bunu belirleyecek olan buhranın derinliği ölçüsünde duyarlılık ve ilgi kanalları da açılmış olarak sürece katılacak olan “sıradan insan”ların, –bireysel olanları da kapsayan geniş anlamıyla– emekçi kitlesinin tavrı, tercihidir.

Bu tavrın, tercihin nasıl olabileceği önceden kestirilemez ise de her toplumun tarihinde bu kitlenin kritik eşiklerde, benzer buhran süreçlerindeki genel yer alışlarında izlenebilecek trendden ve bunu aynı kitlenin dünya-tarihsel planda izlenen trendiyle kesişim, örtüşme derecesi üzerinden bazı aydınlatıcı tesbitler yapabilmemiz pekâlâ mümkündür.

Ancak bu konuya devam etmeden önce önümüzdeki buhranın derinliğini kavramaya ışık tutacak bazı noktaları –tekrarlama pahasına– hatırlatmak gerekiyor. Çünkü buhran sürecinde boşalması kaçınılmaz gerilim enerjisinin yapıcı, yaratıcı mecralara akıtılabilmesi ve kendisini sürekli besleyecek “yakıt”ı bulabilmesi bu derin köklerin farkında olunmasıyla ve işlevli kılınmasıyla hayati derecede ilgilidir.

Gayet özetle ifade edilecek olursa önümüzdeki buhran, kapitalist ekonominin terimleri içinde tanımlanabilmiş ve bu bakış açısı içinde baş edilme, hafifletilme, yatıştırma yolları bulunabilmiş öncekilerden önemli ölçüde farklı; ekonomik perspektifleri aşan ve ancak disiplinler arası/üstü ontolojik bir yaklaşımla tanımlanabilecek; çözüm mecraları, yatışma yolları da böylece bulunabilecek olan bir buhrandır. Eklemek gerekir ki kapitalizmin 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadarki buhranları üretim –aşırı üretim– ile ilgili iken ve üretim planlaması, sosyal devlet uygulamaları ile geride bırakılmışken,1970’lerdeki stagflasyon “ara dönemi”nden sonra buhranların kaynağı üretimden özerk, hatta bağımsız hareket edebilen finansal sistemlerdi. Şüphesiz üretim düzenleri üzerinde yıkıcı etkileri olabiliyordu ama bu alana özgü disipline edici önlemlerle, toplumun orta ve alt kesimlerinin hayatlarını zorlaştırmak pahasına atlatılmaları mümkün olabiliyordu.

Karşı karşıya olduğumuz buhran ise kapitalist düzenin herhangi bir temel mekanizmasının tökezlemesi veya bozulmasının yüzeye çıkardığı bir durum değil; tam aksine o temel mekanizmaların sistemin mantığı doğrultusunda işleyişlerinin “normal” sonuçlarının insani varoluşlar için nasıl büyük bir tehdit/tehlike oluşturduğunu ve bu tehdit potansiyelinin sürekli artmakta olduğunun açığa çıkma sarsıntısı üzerinden tanımlanabilir sadece. Korona salgını bu sarsıntının nedeni kesinlikle değildir. Sistemin “doğal” işleyişinin barındırdığı ve arttırdığı varoluşsal tehdit ve tehlike potansiyelinin görünürleşmesine vesile olmuştur ve taşıdığı ölüm riski ile o potansiyelin mahiyetini çarpıcı ama doğru biçimde sembolize etmiştir. Şu anda mevcut düzenlerin yönetim/iktidar katlarında oturanlar buhrandan çıkış için ekonomik daralma safhasından kaçınılmaz olarak geçileceğini acı ama tartışılmaz bir gerçek ve asıl olarak bir gereklilik diye vazederken istihdam hacminin daha da küçüleceğini, işletmelerin “canlı işgücü” yerine teknolojik imkânları devreye sokmalarının meşru sayılma zeminini hazırlamış oluyorlar.

Böylece, zaten buhran öncesi yıllardan beri kesintisiz artmakta olan “–sistem açısından–varlığına bile gerek olmayan” insan kitlesinin büyümesinin yol açacağı “taşkın(lık)lar” için devletin güç ve imkânları, teyakkuz derecesi elbette takviye edilecektir. Toplumun marjına itilmeye zorlanacak yığınlara gelince. Onların önünde de iki ana yol olacak: Ya giderek daralacak merkezlerden dilenilecek sadakalarla bir beden, organizma olarak yaşamakla yetinecek ya da insan “olmak veya olmamak” sorusuyla tam kapsamında yüzleşeceği bu eşikte, mevcut sistem içinde insanlığı(nı) koruma ve geliştirmenin imkânsızlaştığının bilgi ve bilinciyle insanlığını muzaffer kılmanın yollarına odaklanacaktır.

Bu, ilk bakışta yığınlar, onları oluşturan “sıradan insanlar” için bırakın ulaşmayı, hayal etmeyi bile düşünemeyecekleri kadar kapsamlı ve yüksek bir amaç gibi gözüküyor olabilir. Fakat bu yargının temelinde insanların büyük çoğunluğunun orta-düşük niteliklerle yaratılmış olduklarına dair doğal veya ilahi bir yasanın olduğu, bunun değiştirilmezliği ya da “hikmet”ine inanmanın yattığı dikkate alınmalıdır. Kapitalizmin bu temelden beslenerek üzerine oturttuğu, insan ve toplum davranışlarını iktisadi çıkar, bölüşüm payını arttırma güdüsüyle açıklayan genel mantığı içinde düşünüldüğünde insanların çoğunluğu, emeğiyle var olanlar için ücretinin ve onun dayanağı-gerekçesi olan “iş”inin korunması, büyümesinden öte, yüksek bir amaç fiilen mümkün olmamalıdır elbette (İstisna haller için “bayrak aşkı, Sakarya ve Şehitler tepesi”ni hazırda bekletmek kaydıyla şüphesiz).

Oysa, sözünü ettiğimiz o köklü önyargının/inancın ve salt maddi çıkara odaklı mantığın  çerçevesi dışından bakmayı deneyebilirsek; kapitalizmin 20. yüzyıl ortalarına kadar sürmüş “komünizm hayaleti” korkusunun merkezinde ne vardı diye sorabiliriz. Ve öncesinde bilmeliyiz ki o hayalet ne Marx’la birlikte ve ne de onun yazdığı Manifesto ile beliriverdi. Komünistler zaten vardı, ufak gruplar halinde bile olsalar Avrupa’nın her ülkesinde faaldiler ve bu hayalet halleri bile kıta egemenlerini tedirginliğe itmeye yetiyordu. Manifesto, o hayaletin “taşıyıcı”ları olan sıradan-emekçi insanların akademik eğitim almış bir filozof olan Marx’tan dünya ve insan hakkında anlayış ve amaçlarını özetleyen bir metin talep etmesi üzerine yazıldı. Emekçilerin, sıradan insanların basit maddi çıkarları için değil, salt insana özgü nitelik, edinim ve değerleri daha yükseğe ve herkese şamil kılmaya doğru geliştirmek ve böylece “insanlığın kurtuluş ufku”nu açmak için mücadele ettiklerini, etmeleri gerektiğini ilan ediyordu.

Bu amaçla girişilmiş mücadelenin zamanla parlaklığını yitirdiği, 20. yüzyılın ortalarından itibaren hüsrana dönüştüğü ne denli doğru ise; bu süreç boyunca milyonlarca emekçinin-sıradan insanın o amacın kendisine ve gerçek kılma ihtimalinin yüksekliğine hayatlarını ortaya koyacak kadar inanabilmiş olmaları da o denli yadsınamaz bir gerçek, mutlaka akılda tutulması gereken bir “veri”dir.

Bu bakımdan içine girdiğimiz, aslında öncekilerden daha da derine inen sarsıcılığı ile bu buhranın emekçi-sıradan insan kitlelerinin tarihsel hafızasında küllenmişçe duran o veriyi hatırlatması, ona başlangıç ivmesini vermiş yücelme itkisinin yeniden canlanması ihtimal dışı sayılamaz ve elbette denemeye değerdir. Ayrıca şu da var ki, aynı emekçi-sıradan insan kitleleri, “insan(lık)ın kurtuluşu”nu bizzat her insanın kendinde gerçek kılma amacında tökezlemelerin fark edilir olmasıyla eş anlı olarak tam tersine doğru eğilimlere peyderpey yönelmeyle geçen bir tarihsel döngü de yaşadılar. Bir kısmının muhafazakâr partilerin yörüngesine sığınmasıyla başlayıp faşizmlerin kitle desteğinin ciddi bir bileşeni olma uğrağından bile geçen bu dönem, son onyılların yükselen postmodern popülizmleri ile kendi mantığının uç noktasına da varmış, şimdi de bunun sonuçları ile yüzleşme, hesaplaşma noktasında sayılabilir.

Şöyle ki; insan kendisini üstün niteliklerle donanmış, edinmiş olmayı kendisi için bir hayal/amaç sayabileceği gibi o vasıflara en fazla sahip birinin yörüngesine girerek de bu hayalin/amacın dolayımlı tatminine de yönelebilir. Modern çağlarda kitlelerin sağa, faşist hareketlere yönelişinde büyük ve belirleyici faktör olan karizmatik liderlerin şahsında duyumsanan işte bu tür bir tatmindir. Lider, onların “olmayı –sadece– hayal edebilecekleri” bir üstünlük halidir ve ona bağlanmakla bu üstün oluştan nasiplenilmiş olunur. Kendilerini liderleriyle özdeşleştirebilmelerinin “mekanizma”sı ve kimyası böyle özetlenebilir.

Şunu da mutlaka belirtmeliyiz ki bu evrenin karizmatik liderleri, bağımlılarının inandığı derecede olmasa bile birtakım üstün niteliklere gerçekten de sahip kişiliklerdir.

Fakat öyle görünüyor ki kitlelerin bu yönelim trendi postmodern/neo-liberal safhaya geçişle adeta bir yarım daire dönüşüyle değişime uğramış ve böylece hem baştaki hayal bir yana bırakılmış, hem de lider profili ciddi biçimde değişmiştir.

Çünkü gayet açıklıkla görülebileceği üzere, bu dönem popülist liderlerinin tümü de, o konuma gelebilme becerisi veya şansı dışında herhangi bir üstün niteliği ile öne çıkmış kişiler değildir. Zihni donanım, ahlaki düzey bakımından gözle görülür arızaları ile sıradan insanın rahatça “bana benziyor, benim gibi” diyebileceği, zekâsı kurnazlık kategorisini aşmayan kişilerdir hepsi de. Her ne kadar arkalarındaki propaganda aygıtı onları üstün niteliklerle donanmış göstermeyi ihmal etmese de, görünürlüğün fazlasıyla arttığı, yaygınlaştığı bu çağda  bu tür süslemeler çok geçmeden dökülüyor. Recep Tayyip Erdoğan en iyi örneklerinden biri bunun. Dolayısıyla buradaki özdeşleşme “mekanizma”sı, önceden olduğu gibi sıradan bireylerin kendi potansiyellerini üstün niteliklerle donanmış olarak gerçekleştirme özlem veya hayallerini liderin şahsında somutlaşmış olarak görmekten kaynaklanan bir tatmine dayanmaz. Tam tersine o özlem/hayal terk edilmiş; olunan hale odaklanılmış, daha doğrusu sığınılmıştır. Üstünlük etiketi hemen bütün insani nitelik ve meziyetlerden sökülerek, sadece yapmayı değil yaptırtmama özelliğini/yetkisini de içeren iktidar makamlarına tahsis edilmiştir. Aynen kendisi gibi olan, gerektiğinde yalan söylemekten, zihinsel donanım sığlığının belli olmasına aldırmayan… Trump, Orban, Bolsanaro ve Erdoğan gibi birinin iktidar makamına erişebilmiş olmasını/kendisinin de pekâlâ o makamda olabileceğinin yeterli kanıtı saymanın verdiği bir tatmin duygusu, böylece kurulan bir özdeşleşme bağı söz konusudur burada. Bu işleyişin içinde gerçekleştiği zihniyet iklimi şeyleri güce tahvil edilebilir   yönleriyle algılamaya şartlanmış; öyle olmayan erdem, zihni donanım zenginliği ve salt insani duyarlıkları önemseme gibi nitelikleri alelade farklılıklar düzeyine, hatta zayıflık alametlerine indirgemiş bir anlayışı yansıtır.

İnsan olmanın, varoluşumuzun ayrıcalıklı yönünün fiilen reddedildiği bir çukurdur burası. Önümüzdeki buhranın sarsıntılarını bu düşüşün bilincine varmanın tetikleyicileri olarak işlevselleştirecek bir düşünüş ve davranış dili yaratabiliriz.

Ya da…