“Beni işimde asıl iyi yapan, kalabalığın içinde yürümeyi sevmem. Tıka basa dolu bir barda tuvalete gitmeye kalksanız 10 dakika sürer, ama sizin garson olarak oradan oraya çok hızlı gitmeniz, her şeyi görmeniz lazım. Bana araba kullanmak gibi geliyor, kalabalığın içinde yürümek; kolay değildir.”
Pınar Öğünç salgın zamanı çalışanlarla konuşuyor; kasiyer, psikolog, hostes… Sohbetlerin baskın duygusu, endişe. Hastalanma endişesi, işten atılma, kirayı ödeyememe… Haklı endişeler olduğunu en baştan biliyorduk; görüştüklerinden hastalanan da oldu, işten atılan da. Bir de bezginlik. “Geleceği göremeyenler, gördüklerinden yorgun düşenler anlatıyor.” Farklı işler yapan, farklı hayatlar yaşayan bu insanları (ve galiba okurları da) birbirine bağlayan duygular bunlar; endişe ve bezginlik. “Çünkü birbirimizin sesini, derdini duymaya, diğerinin dermanında kendimizinkini aramaya ihtiyaç var.” Endişemizi ve bezginliğimizi paylaşsak, buradan derman bulur muyuz? Bilmiyorum, bu sohbetleri okuyup durduğumuza göre belli ki bir şey buluyoruz. Nedir o, duygudaşlık mı, ortaklık mı, yalnız olmadığımızı fark etmemiz mi, “Mülk kimdeyse adalet de devlet de onunmuş” diyen maden işçisinin öfkesini mi kendi endişemize ve bezginliğimize katıyoruz? Böylece şu korkunç “karantina”da çatlaklar açılıyor, birbirimizi duyabiliyoruz?
On bir yıl önce, 2009’da, Radikal gazetesindeki “İnce İş” köşesindeki sohbetleri kitap yapmıştı Pınar. Garsonun dedikleri, oradan. O kitapla ilgili olarak Ayşe Çavdar demişti ki, bu röportajların özelliği, “gündelik yaşamımızı saran emek atmosferini hatırlatmaları”. Orada da baharatçılar, doktorlar, şoförler, takı tasarımcıları… vardı. Farklı işler yapan, farklı hayatlar yaşayan insanlar. Ve ne kadar başka bir “emek atmosferi”. Güvencesizlik, sömürü, yoksulluk yok muydu o atmosferde? Vardı tabii. Ama başka bir şey daha vardı, insanların işleriyle ilgili anlattıklarında, işin kendisine ilişkin başka bir şey. Yaptıkları işin inceliklerinden bahsederlerken fark ettiğimiz gurur. “Dönme dolabından kamikazesine, ben buradaki her aletten anlarım.” Ve neşe: “Kabul etmemiz lazım, bizim kalçamız var”.
Bu iki sohbet dizisini birbirinden bunca farklı kılan duygu değişimi üzerine düşünüp duruyorum. Hayatın eve sığdırılmaya çalışılmasıyla ve şu berbat “sosyal mesafe”yle bir ilgisi var gibi geliyor bana. Kalabalıkta yürümenin incelikleri, canı sıkılan adamların ayakkabılarını boyattığı bilgisi, “mesai arkadaşları aile gibidir” duygusu. İnsanın işiyle gurur duyması için başkaları lazım. Geleceğe baktığında yorgun düşmemek için de.
Eve kapanmanın bize bir şeyler öğretebileceğine hiç inanmadım - kozaymış arınmaymış filan. Kaçabilmek için bile bir evin gerektiği gibi, çekilebilmek için de sokak lazım. Sosyal mesafeyle hayat olmaz.