İnsanın önce bir hikaye, sonra da bunun olağan üstü bir eşitlik hikayesi olması nasıl da büyüleyicidir. İnsanın çünkü, bir hiç olarak hayata başlaması, kendini hiçlikten var etmesi, kendine hiç yoktan bir iç ve ruhsallık yaratması ve dünyada bir yer edinmesi (bir yere tutunarak, bir yerde ikamet ederek kök salar, güçlenir, sükunete kavuşuruz çünkü) aynı zamanda bir eşitlik, ortaklık ve birliktelik hikayesidir. Bu mucizevi inşa süreci daima Öteki ile bir bağ ve ilişki boyunca, o bağ ve ilişki sayesinde mümkün olur. Ötekinin (demek en başta annenin) bizi tutması, esirgemesi, bize yönelerek ve eğilerek sözlerini ve emeğini cömertçe sunması sayesinde kendimize bir ruh edinir, ruhsal bir varlık oluruz. Aynı olağanüstü emeğe ve çabaya kendimizi ortak ederek, eşsiz bir ortaklık/birliktelik zeminini birlikte oluşturarak yaratırız ruhlarımızı. Demek ruhlarımız - sonsuz manevi varlığımız- böylesine apaçık maddi ilişkilerin ve pratiklerin içinden çıkarak gelişir, olgunlaşır. Tüm o sonlu ve somut ilişkiler bütünü başlangıçtaki halinden koparak, mucizevi bir diyalektik hareketle bambaşka bir şeye, sonsuz ve ‘soyut’ ruhsal yapıya dönüşür. İçgüdülerin sınırlı, bir örnek biyolojik dünyasını ardımızda bırakarak dürtülerin ve arzunun açık uçlu, olumsal, mütemadiyen kendini yeniden oluşturan sonsuz kültürel/dilsel evrenine yükseliriz. Zihnin maddeden bu gelişimi insan hayatındaki belki de en büyük mucizedir.
Ötekilerle aramızda güçlü bir eşdeğerlilik bağı oluşturmanın, kendimizi eşit bir varlık olarak konumlandırmanın olağanüstü hikayesini yaza yaza insan oluruz. Demek insan varlığı, benzersiz bir eşitlik pratiğini inşa etmenin, tekrarlamanın ve tanımanın hikayesidir.
Daima öteki ile ilişki içinde, öteki ile karşılaşarak varoluyor, öteki ile belli ilişkiler kuruyor, mütemadiyen öteki ile ilişkinin olanaklarını ve araçlarını oluşturmaya çabalıyoruz. Başından itibaren ötekine ilişkin belli bir ahlak ve kavrayış, belli varsayımlar oluşturmak, demek ki ilk insanca edimlerimiz olarak kaydedilmelidir.
Her birimizin aynı eksik ve fazlalıklardan muzdarip olduğunu, aynı yaşam aciliyetleriyle bozulan dengeleri mütemadiyen yeniden oluşturmaya çabaladığımızı erkenden keşfederiz. En baştan itibaren aynı yasak ve sınırlara tabiyizdir. Tümüyle muhtaç ve bağımlıyken de görece özerk ve kendine yeterli gibiyken de aynı kırılganlıklardan muzdarip, aynı arzu yasalarına bağlı, aynı kaygı cereyanlarına açık haldeyizdir. Aynı zevklenme ve haz örüntülerini tekrarlar, aynı biçimde travmatize olur, aynı acıları deneyimleriz.
Cinsel kimlik inşası, kendimiz için dişil ve eril konumlar kurarak/tayin ederek oraya yerleşmemiz belirli bir ilişkisellik içinde, Öteki ile belirli bir ilişkiye yaslanarak, bir ilişki matrisi içinde mümkün hale gelir. Anne-çocuk ikili ilişkinin imgesel dünyasında, sert eksik/lik kayasının karşısında çaresizce kalakaldığımız içindir ki, o cinsiyetsiz ilişkiden çıkmanın yollarını aramaya koyuluruz. O uzun yolculuğun, kendimizi bir kadın ve erkek olarak konumlandırma çabasının, en temelde eksiklik müşkülatını alt etmek, demek arzumuzu gerçekleştirmek için tetiklenmiş olduğunu not etmekle yetinelim şimdilik. Bu nokta aynı zamanda kültürün ve dilin mekanına, toplumsal ağa, demek patlayarak, başkalaşarak açılışımızın hikayesidir.
Demek insan, en kristalize olmuş haliyle, neredeyse hücresel düzeyde toplumsal ilişkileri kat ederek, toplumsal ilişkilerin ifadesi ve özeti olarak ve onları temsil ederek insan olur. Her iki yönde de ilerleyen bir harekettir bu: Hem o ilişkiler sayesinde, onların içinden çıkarak varoluruz hem de çoktan o ilişkilerin öznesi, failiyiz, onları temsil ediyoruzdur.
Aynı zamanda psikanalizin insan/birey/özne anlayışının devrimci potansiyelini konumlandıracağımız yerdir burası. İnsanı her türlü -toplumsal- ilişki ve bağdan bağımsız sayan, yalıtık ve kendi kendine yeterli monadlar olarak, demek ki bir bütünlük olarak ve dolayısıyla sonluluk/sınırlılık/ölümlülük kategorileri uyarınca kavrayan, bireyselliği, özerk bireyi en üst değer olarak gören anlayışı alt üst eden temel psikanalitik jestten söz ediyorum. Bütün konuşmalara ve söylemlere nüfuz eden, bütün toplumsal/kültürel alanı kat eden bir anlayış bu: özerk kendiliği, izole bireyi merkezine yerleştiren, bütün fenalıkları ve iyilikleri, ruhsallığı ve ruhsal acıyı özerk kendilik/birey düzeyinde (intra-psişik olarak) ele alan, daima o tek bireye hitap eden günümüzün hakim ideolojisi.
Bıkmadan buna karşı koymalıyız: İnsanı en nihayetinde bir ilişki olarak, kolektif bir varlık, kendini ancak bir ortaklığın bakış açısından kavrayabilir varlık olarak ileri sürmeliyiz. Bütün farklılığı ve ayrılığına rağmen en temelde birleşik ve bir olan, aşılamaz bir köken ve kader ortaklığına sahip insan/ insanlık anlayışını savunmak olmalı en önemli görevimiz.
Şimdi dünyanın dört bir yanında hepimiz şu ya da bu ölçüde salgın hakkında, salgında karşılaştıklarımız ve maruz kaldıklarımız hakkında, bu vesileyle yeniden yeniden insanlık durumumuz ve geleceğimiz hakkında düşünmeye, kendimizce daha belirli ve öngörülebilir gelecekler hayal etmeye, böylece yaşadığımız çaresizlik ve aşağılanmışlık duygularını, kaygı ve korkularımızı yatıştırmaya çalışıyoruz.
Temel bir aynılık ve eşitlik ilişkisinden, bir ortaklık ve birliktelik matrisinden, eşit varlıkların dayanışma ve işbirliği ağından başlayarak, ötekini dert ederek insan olmak var kökenimizde. İnsanın kalbindeki asıl çekirdek, hayatlarımızın en temelde kırılgan, savunmasız, ve muhtaç oluşu karşısında oluşturduğumuz en ‘bencilce’ şeydir bu. Kendimize sunduğumuz en kıymetli armağan. Şimdi yeniden, o kırılganlık, savunmasızlık ve çaresizlik en dehşetli halleriyle ortalığa saçılıvermişken, en çok kökenlerimizi hatırlamaya ihtiyacımız var. Tüm ilişki ve bağlarımızı bu temel hakikate sadakat göstererek yeniden tasarlamaya. En çaresiz, muhtaç ve kırılgan halimizle yüzleştiğimiz şimdinin içinde, demek ki mucizeler yaratmaya muktedir bir ortaklığın/kolektivitenin nüveleri de çoktan uç vermiş sayılmalıdır. Bundan sonrası için, kendimize daha mütevazi, daha dengeli, daha eşitlikçi, her düzeyde dayanışma ve işbirliği ile yükselteceğimiz bir gelecek için, o geleceğin inşası için ihtiyacımız olan tutku, arzu, kapasite, deneyim ve bilgi çoktan içimizde, oradadır.