Covid-19 salgınının küresel olarak yarattığı etkiler bugünlerde en mühim mevzumuz. Bu virüs bize ne yaptı? Ekonomik olarak bir çöküş mü bekliyor? Böyle ne kadar devam edebiliriz? Bittiğinde dünya eski dünya mı olacak? Yeni normal nasıl bir şey? Böyle bir sürü soruyla meşgulüz.
Eski hayatlarımızdan kopuş ilk başlarda hepimize iyi geldi. Koşuşturmanın yorgunluğu içinde evde bir süre kalabilmek, evden çalışmak ihtimali hepimizi romantik bir ruh haline sürükledi. Başka ülkelerdeki örnekleri biliyorduk ancak bizde henüz vaka sayıları epey az da olduğu için çok da kaygılı değildik galiba. Nasılsa önlemler de erken alındı, evde biraz istirahat eder sonra normal hayatlarımıza döneriz diye düşündük. Ama pek öyle olmadı. Bugün itibariyle iki ayı geçkin bir süredir evdeyiz ve ilk zamanlardaki evde ekmek yapmalı, Netflix izlemeli, kitaplık düzenlemeli “yavaşlatılmış hayat” hallerinden pek de eser kalmadı. Kendimizi dingin, ‘kişisel gelişmiş’ gibi de hissetmiyoruz. Aksu Bora “Hayatın Kendi Edebiyatı”[1] adlı yazısında “Eve kapanmanın bize bir şeyler öğretebileceğine hiç inanmadım- kozaymış arınmaymış filan. Kaçabilmek için bile bir evin gerektiği gibi, çekilebilmek için de sokak lazım. Sosyal mesafeyle hayat olmaz” diyordu. Tam da bunu yaşıyoruz galiba. Sokak lazım. Şu anın hâkim duyguları, evde kalamayanlar için duyulan “kaygı”, etrafımızdaki insanlar için yaşadığımız “korku”, ve elbette evde hapsolmanın yarattığı gerginlik, bunalım.
Ben kişisel olarak, sekiz aylık bir bebek annesi olarak, pek de öyle bu varoluşsal kaygılara düşecek zamanı bulamıyorum. Yani gündüz saatlerinde bulamıyorum. Bebek uyur uyumaz, elbette ki bir modern özne olarak bu kolektif ruh haline derhal katılıyorum. Bugünün muhasebesi, yarının nasıl olacağına ilişkin kaygıları ben de yaşıyorum ama benim kaygı düzeyimi yükselten şeyin çokça sesler olduğunu da fark ediyorum. Eskiden bu kadar ses duyarlı bir halim yoktu sanıyorum. Şimdi bebek uyanacak kaygısı beni bir emekli albaya dönüştürdü. Üst katta yine mobilya çekiliyor, ekmekçiler yine korna ve megafonlarıyla gürültülü resmi geçitlerine başlayacaklar diye tırnaklarımı kemiriyorum. İstinasız her ekmekçiyle tartıştım. Evin önünde durmazsa, durdurup tartıştım. Bir işe yaramıyor. Onlar yine düğün konvoyu gibi bizim sokağı turluyorlar sokağa çıkma yasağının olduğu günlerde. Siz de farkındasınız değil mi? Bu sürecin özel sesleri, gürültüleri var artık. Bize sürekli evde hapsolmuş olduğumuzu hatırlatan sesler.
Sesler, gürültüler çok belirgin çünkü şehrin uğultusu yok oldu. Eskiden bu kadar belirgin olmayan her hareket, her temas şimdi büyük gürültüler çıkarıyor. Örtü işlevi gören, trafiğin, insan hareketinin oluşturduğu uğultu şehri terk edince akşam 22.30’da gelen çöp kamyonu mahalleyi işgale gelen bir metalik canavar sesi çıkarıyormuş gibi geliyor bana.
Bebekler anne karnı gürültüsüne alışık oldukları için doğduklarında sessiz ortamlarda huzursuz oluyorlar bilirsiniz. O yüzden yeni doğanı sakinleştirmek için aspiratör, çamaşır ve süpürge makinası, saç kurutma aletlerinin gürültülerini kullanırız. Bize çok rahatsız edici gelen bu seslerle sakinleşirler ancak. Bizim için de aynıymış sanıyorum. Şehrin uğultusu susunca kendimi huzursuz hissetmemin sebebi de böyle bir şey. Her gürültüden tedirgin olmak bu yüzden.
“Ekmekçi terörü” dışında bu dönemin kendine has başka sesi de yatsı ezanına müteakiben okunan dualar tabii. Bunlardan rahatsız olmak yasak. Twitter’da görüyorum. Biri bunlardan şikâyet etmeye görsün, derhal bir saldırıya maruz kalıyor. “Bu ülkenin kutsallarından rahatsız oluyorsanız, defolun” nidaları yükseliyor. “Ya sev ya terk et” ekipleri her daim işlerinin başında!
İlk zamanlar sağlık çalışanları için akşam dokuzda alkış eylemi yapılıyordu malum. Ben şimdi bizim burada duymuyorum. Sokaktan ıslıklar, alkış sesleri gelince ne olduğunu anlamam birkaç günümü almıştı. Apartmanda her daim “okula gitseler ne güzel olacak” adını koyduğum bir grup çocuğun haykırışları yükseliyor. Günler geçmeyince temizlik neferi haline geldi tabii insanlar. Dinmeyen süpürge sesleri. Sokağa çıkma yasağının olduğu günlerde kendini sokağa, parka atmış firarileri kovalamak için devriye gezen polis araçlarından çıkan siren sesleri… Tüm bunlar ne zaman duysak bu günleri hatırlayacağımız sesler oluverdi galiba.
Bir de 23 Nisan geçti biz evlerimizdeyken. Bizim sokakta bayraklarla, Atatürk posterleriyle donatılmış bir balkondan hoparlörlerle bir saat marş yayını yapıldı o gece. Saat dokuz olduğunda ise 15 dakikalık “balkonda bayram kutlama” seremonisi gerçekleştirildi. Bugün 19 Mayıs. Bakalım bu gece bizi hangi marşlar bekliyor? Yatsı ezanından sonra okunan dualarla, milli bayramlarda bangır bangır dinletilen marşların çatışmasını elbette hepimiz tanıyoruz. Siyasal İslam’ın sesi her akşam, Kemalizm’in ki milli bayramlarda yükseliyor. Herkes daha yüksek sesle, biraz da gürültü ile kendi ideolojisini duyuruyor konu komşuya. Siyasal İslam devlet eliyle dinletiliyor, Kemalizm evin sağladığı imkanlarla halk tarafından balkonlarda seslendiriliyor. Politik kimlikler bu aralar balkonlardan anons ediliyor yani. Her ikisi de gürültülü. Kimse o saatlerde uyuyan bebekleri düşünmüyor. Oysa ki her ideolojinin ulus inşasında sağlıkla büyümüş, gürbüz çocuklara ihtiyacı yok muydu? Bırakın da çocuklar uyusun.
Bu dönem geçtiğinde kolektif olarak nostaljisini de yapacağız elbette. İşte o zaman bu sesleri hatırlayacağız. Her sesin yarattığı rahatsızlığı, ama en çok da durmuş şehrin yok olan uğultusunu nasıl özlediğimizi konuşuyor olacağız bence. Uğultu münferit gürültüleri örten bir battaniyeymiş meğer. Şimdi yok ve her ses tenimizi ruhumuzu çizecek kadar tizleşebiliyor.
[1] https://www.birikimdergisi.com/haftalik/10091/hayatin-kendi-edebiyati