Tiksinti Üzerine
Derviş Aydın Akkoç

Birdenbire ve pervasızca gelir; gelir ve kişinin ruhuna bir yılan gibi çöreklenir: tiksinti. Zamansız saldırılarından önce uzunca bir kuluçka dönemi vardır tabii: ruhun kuytularında, hafızanın kıyı köşelerinde azar azar mayalanır, ani bir uyaranla ince kabuğu çatlar, serpilip yayılır ve sırası geldiğinde, kişinin en zayıf ânında kapılara dayanır. İnsan kimi vakit kendinden, ama aslında çoğun olduğu gibi dış dünyadan düşük yoğunlukta ya da şiddetle tiksinir. Tiksinilen şeyden kurtulmak istenir. Tiksinti nöbetine tutulmuş kişi midesinin sindiremeyeceği, dişlerinin öğütemeyeceği, yüreğinin kaldıramayacağı, aklının alamayacağı bir şeye, bir olaya, bir olayın hatırasına, bir düşünceye maruz kalmış gibidir. İnsanın “içi”ne, “ruhu”na dünyadan, bünye dışından, yığınla ilişkilerden taşıp uzanıp bir keskin zehir sızmıştır da sanki gırtlağını yırtarcasına kusmak, tükürmek; içeride biriken, çoğalan o “fazla şey”den kurtulmak için uğraşır...   

***

Bir kez gelmiş ve kişinin ruhuna yerleşmiş bir tiksintiden yahut tiksintilerden sıyrılmak kolay değildir ama. Dış dünyadan kapılan değil, öznenin kendinde var olan bir tiksintiden, kendi varlığından tiksinmesinden kurtulması hele, başlı başına bir dert, bir azaptır, ama her azap gibi saklı hazları da olan... Bıkkınlık ve nefretle müttefik, kibirle yakın akraba, hıncın üvey evladı olan tiksinti insanı kör eder, basiretini bağlar, güçten düşürür. Nietzsche’nin Zerdüşt’ü dahi baş edemez tiksintinin top atışları karşısında. Ona göre, insanda aşılması, geride bırakılması en zor duygudur tiksinti: yaşamı zehirlemek, ona kara çalmak, onu değersizleştirmek tiksintinin esas işlevi. Özne incindiği dünyayı incitmek ister, haksızlığa uğradığı düşüncesiyle intikam almak ister, hakir görüldüğü için hakir görmek ister, ve tüm bunlar olurken yükünü boşaltacağı dışsal varlıklar icat eder, tiksinti sayesinde, tiksintiyle. Fransız devrimi özelinde “haklı olanın öfkesini ne yapacağız”, nereye nasıl yönlendireceğiz diye soruyordu Victor Hugo’un politik bir karakteri: fakat modern düşünüş karşısında, haklı olma duygusunun yanında yöresinde seğiren duygu öfke kılığına bürünmüş “tiksinti” de olabilir diye ikaz edecektir Nietzsche. Bu tiksinti duygusunun tazyiki, siyasal çehreler edinmesi amansızca tehlikelidir. Haklı olma başka haksızlıklara, tiksinti başka tiksintilere yol açar: toplama kampı pratikleri, iç savaşlar, tüm iktidar oyunlarıyla siyasal tarih bunun örneklerinden geçilmez, tiksintinin kaynağı, nesneleri hesapsızca bertaraf edilir...

Nietzsche nazarında tiksintiyle yüzleşmek, onu başka duygularla karıştırmamak için uyanık olunmalıdır... Kimse tiksintiden muaf değildir... Tiksintiyi alt etmek için kararlı olmak, ama önce onu saklandığı yerden çıkarmak, teşhis etmek, gözlerinin içine bakma cesaretini göstermek gerek. Zira yüzeyde değil, derinde, çok aşağıdadır tiksinti. Üstelik yerine göre bir şefkat tecessümünde ya da alelade bir tebessümde, ansızın beliren bir sırıtışta, kibre gömülmüş bir dudak kıvırmada, bulanık sinsi bir bakışta, hasılı binbir kılıkta arz-ı endam eder tiksinti. Sarmalandığı örtüleri kaldırmak, takındığı maskeleri indirmek için dirayetli ve ısrarlı bir çaba şart...

***

Her koşulda yaşamı savunan, varlık çarkının ebedi dönüşüne iman etmiş Zerdüş’tün “en dipsiz düşüncesi”: müdahale edilmediği takdirde bütün değerlerini tepetaklak edebilecek, onu bulunduğu yaşamı olumlama hattından tam karşıtı bir yere, yaşama lanetler okuyacağı bir yere atabilecek, ruhunun dehlizlerinde saklanmış olan tiksintiden başkası değil. Pek çok şeyi gören keskin göz, onu kaçırmış, ihmal etmiş, ihmal ettikçe de içinde büyüyüp kök salmıştır tiksinti; mağarasında bir sabah çırpınarak uyanır ve haykırır:

“Çık yukarı, dipsiz düşünce, derinliklerimden! Ben senin horozun ve gün ağartınım, uykucu solucan. Kalk! Kalk! (...) Kıpırdıyor, geriniyor, hırlıyor musun? Kalk! Kalk! Hırıldaman değil konuşman gerek benimle! Zerdüşt çağırıyor seni, o tanrısız. (...) Geliyorsun, duyuyorum seni! Uçurumum konuşuyor, son derinliğimi ışığa çıkardım! Yaklaş! Uzat elini – hah! Bırak! Bırak! Ha ha!- Tiksinti, tiksinti, tiksinti --- vay halime!”1    

Bu sert karşılaşma akabinde yere yığılır Zerdüşt. “Tiksinti, tiksinti, tiksinti --- Vay halime!”: Zerdüşt’ü devirip “yedi gün uykuya” salan şey özü itibariyle bir “düşünce”den duyulan tiksintidir, duygu düşüncede de yuvalanmıştır: “insandan duyulan büyük bıkkınlık.” Bu bezmişlikte, bu büyük bıkkınlıkta tiksintinin sadece marazi diş gıcırtıları duyulur, zira tiksinti muhatabıyla “konuşmaz”, daha ziyade şeytansı bir çalımla sırnaşık yılışık sırıtır, kahkahalar atar. Tiksintinin dokunması kafidir, “bırak! bırak!” diye feryat etmek için. Zerdüşt’ün kendi tiksintisi onu boğmuş, bu duygu boğazından içeriye girmiştir, yanında “kâhinin kehaneti”, bir bıçak gibi ışıyan sözü ile: “her şey aynı, her şey boş, bilmek boğar.” 

Yaşamı verimli kılma, daha yüksek bir biçime kavuşturma arzusunu olduğu yerde kilitleyen, hareketi felç eden istisnai düşünce: “her şey aynı, her şey boş...” Bazı ters girdiler özneleri helak eder, sapasağlam ideolojileri tuzla buz eder, katı söylemleri eritir: “her şey boş, her şey aynı” düşüncesi bunlardan biri, belki de en tahripkârı. İnsan daha iyi olmalıdır, ama içinde tiksintinin fokurdadığı “her şey boş” sözü Zerdüşt’ü “işkence tahtasına” çiviler. Zerdüşt varoluşa musallat olan, nihilizm pelerinini kuşanıp insan ruhunda sahne alan bu tiksinti atağına karşı savunmasız kalmıştır; “vay halime” dedikten sonra takati tükenir, yığılır, yedi gün süreyle yemeden içmeden bir ölü gibi mağarasında soluk alır. Yedinci günde gözlerini açar, yanında hayvanları –yılanı ve kartalı- vardır, tiksintiden yıkılmış Zerdüşt’e hayvanları seslenir: “Mağarandan dışarı çık: dünya bir bahçe gibi bekliyor seni.”

Yaşam kelimelerle lekelenir ama yine kelimeler tarafından tazelenir, Zerdüşt’ün hayvanlarının ağzından dökülen kelimeler şifalıdır, Zerdüşt’ün dünya bahçesi ruhu yenileyen, acıları sağaltan, gökkuşağının renkleri gibi parıldayan hakiki kelimeler, bu kelimelerin “sohbet” şeklindeki halleridir:

“Bu sohbete devam edin ve bırakın da dinleyeyim! Sohbet edişiniz öyle ferahlatıyor ki beni: sohbet edilen bir yerde, dünya bir bahçe gibi geliyor bana.”

Kişinin kendisiyle yahut dostlarıyla icra ettiği hakiki bir sohbet, tiksintiye gark olmuş öznenin panzehridir. Sohbet, karşılıklı konuşma, tiksintinin kaynağı yahut nesnesi hakkında dürüstçe tartışma tiksintiyi dağıtır, Zerdüşt’ün insanlıktan duyduğu büyük tiksintisi, bu tiksintinin içine yuva kurduğu kötücül düşünce de sohbetin sakin müşfik akışıyla rüzgâra salınır. Tiksinti nefrete, nefret bağnaz bir düşmanlık enerjine dönüşmeden derdest edilir. “Her şey aynı, her şey boş, bilmek boğar” düşüncesinin karşısına hayvanları varlığın dönüşümünden, oluşun sonsuzluğundan bahisle mukabelede bulunur, sohbeti derinleştirerek devam ettirirler:

“Ey Zerdüşt! Her şey gider, her şey geri gelir; varlık çarkının dönüşü bengidir. Her şey ölür, her şey yeniden çiçeklenir, varlığın yılı ebediyen sürer. Her şey kopar, her şey yeniden eklenir; varlık kendi evini sonsuzluğa kurar. Her şey ayrılır, her şey yeniden selamlaşır; varlık halkasının kendine sadakati sonsuzdur. Her saniyede yeniden başlar varlık; her Burada’nın etrafında döner Orada’nın küresi.”

Nihai bir bitiş, bir kapanış yoktur, silinen, yok olan, sona gelen varlık yeniden başlıyordur. Varlığın hanesi yıkılıp yeniden kuruluyordur. Her şey birbirinden kopuyor, ayrılıyordur ama yeniden selamlaşmak, kavuşmak üzere, demek ayrılıktan, kökensel hicranlardan duyulan şikâyet makamı yersiz ve gereksizdir... Giden geri gelir, kaybolan bulunur: Sabır ve kabulleniş tılsımlı hikmetini bu kopuş ve yeniden birleşme hareketlerini, varlığın ebedi dönüşünü bilenlere açıyordur sadece. Hiçbir şey aynı değildir, değişim daimidir, yaşam adına çekilen acılar, daha iyiye ve yüksek olan kavuşmak için gösterilen çabalar da boşuna değildir...

Bu şen şakrak sözler yüreğini hafifletir Zerdüşt’ün: “Hey sizi şakacı soytarılar ve laternalar!” Tiksinti dalgasının yarattığı “olay” bir şarkıya dönüştürülmüştür; ne âlâ! Ağır, sisli düşünce ve bu düşüncenin verdiği ağırlamış tin “dans edilerek” aşılır. Tiksinti canavarının kafasını ısırıp bu duyguyu uzağa tükürmek: Zerdüşt kendi kurtuluşundan yorgun düşer, şakacı dostlarının şarkısı bu yorgunluğu alır, yaraya merhem çalar. Ne var ki, özneye dışarıdan söylenen bu şarkı içeriden bir müdahale olmadığı takdirde hükümsüzdür: Zerdüşt yedi günlük çarpışmada boğazından içeri giren “canavarın kafasını ısırarak koparmış” ve “kendinden uzağa tükürmüştür.” Şarkılar ve bahçe sohbetleri sonra gelir...

***

Nietzsche’nin modernlere yönelik uyarı atışı: Tiksintisiyle cebelleşmeyenin, onu hasıraltı edenin vay haline! Mesele öznenin kendi tiksintisiyle, tiksinti nesneleriyle (anne, baba, patron, eş, göçmen, yabancı, ters düşünce...), kendi karanlığıyla yüzleşmesi ve onu bizzat kendisinin yenmesidir. Aksi takdirde tiksinti düşmanlıkla taçlanıp zaferini ilan edecek, sözgelimi şurada burada görünen süprüntü dazlaklarda, kafaları ayrımlarla allak bullak dazlak olmayan medeni vahşilerde olduğu üzere özneleri bir ahmaklık çukuruna kapatıp üzerine beton dökecektir... Fakat zorlu ve uzun bir savaşla tiksintiden kurtuluş mümkün. Gelgelelim kurtuluşa dair yakıcı bir başka problem daha var: kafası koparılıp tükürülen tiksinti nereye fırlatılıyordur? Zerdüşt hasta düşmek pahasına tiksinti canavarıyla boğuşup, kimseye zarar vermeden onu “kendinden uzağa” tükürebilmiştir: ama modern özne-ler, kimliklerle, ideolojilerle bağlanmış özneler Zerdüşt kadar hassas ve kuvvetli değildir, kendinden uzağa değil, genellikle kolayına kaçarak yanı başındakine, karşısındakine, dünyanın yüzüne tükürülür tiksinti: yaşam bu kez tiksintinin dışa vurumlarıyla başka şekillerde darbe alır.

Irkçı kopukların, elitist döküntülerin, iktidar ve mülk sahiplerinin tiksintilerini ve bunların ifade ediliş tarzlarını ifşa ve mahkûm etmek fazla mesai almaz, peki ama mağdurların, madunların, hırpalanmışların tiksintileri “haklı tiksintiler” olarak mı değerlendirilecektir: kapitalizmden, aileden, faşizmden, erkekten, toplumdan, paradan duyulan tiksintinin söylemsel-pratik sızıntıları ve tezahürleri: büyük tiksintileri kaynağında boğmak ama her durumda onu hınca kapılmadan, kör nefrete bulaşmadan, köhneleşmiş ideolojik şarkılara kulak asmaksızın bünyeden tükürmek. Ama nasıl ve ne kadar uzağa, kolektif olduğu kadar bireysel manada da karşı-siyasal düşünüş ve duygulanımların sıkıntılı bir meselesi bu: Orada olanın küresi Burada olanın etrafında döner...  


1 Friedrich Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt, çev. Mustafa Tüzel, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2016, s. 219.