Kötümser ve Umutsuz Olmak İçin Çok Fazla, Çok Aşırı
Erdoğan Özmen

Salgının aşırılığından söz ediyorum. Salgınla birlikte ortaya çıkan her şeyin çok fazla oluşundan. Öylesine bir aşırılık ki bu, aynı olaya yönelik birbirine tamamen zıt iki yorum ya da değerlendirme aynı anda karşılık bulabiliyor. Her türlü konuşmayı ve söylemi mümkün kılan bir gevşeklik, belirsizlik zemini bu. Ve dahası: Belli açılardan ikisi de geçerli olan o yorumlara dayanarak çok farklı gelecek senaryoları ileri sürmenin mümkün oluşu. Fiziksel mesafe meselesi örneğin: Bir yanda “sağ kalma histerisi toplumu fazlasıyla acımasız yapar. Komşunuz, uzak durulması gereken olası virüs taşıyıcısıdır” tespiti dururken, diğer yanda, “ötekinin sağlığını dert ettiğim, onun sağlığı ve esenliği için endişelendiğim ölçüde, demek bir dayanışma saikiyle böyle davranmaya özen gösteriyorum” vardır. Ya da bir yanda, “sağ kalmak nihai gerçeğimiz haline geliyor, ve hayat sağ kalma çabasına dönüştükçe iyi yaşama amacı ve duygusunu yitiriyor, ölüm korkusuna teslim oluyoruz” varken, diğer yanda “hepimizin hayatına yönelmiş, ortak savunmasızlığımızı ve kırılganlığımızı böylesine apaçık ortaya sermiş bir salgın karşısında, tam da şimdi şöyle düşünmeliyiz: “yeterince kaynağımız var, görevimiz bunları piyasa mantığının dışında doğrudan ihtiyaç sahiplerine dağıtmak. Sağlık hizmetleri, küresel ekoloji, gıda üretimi ve dağıtımı, su ve elektrik tedariği, internetin ve telefonun sorunsuz çalışması, işte bunlar kalmalı, geri kalan her şey tali”” var. 

Bir tarafta bizi bekleyen şeyin “küresel tiranlık”, katı bir biyopolitik gözetleme ve baskı toplumu olduğu değerlendirmesi, diğer tarafta küresel işbirliği ve dayanışmayı esas alan bir enternasyonalizm/komünizm beklentisi ve umudu. Ya da, basitçe eski ‘normal’ hayatlarımıza döneceğimizi, hiçbir değişiklik ve farklılık isteği ve beklentisiyle oyalanmamamız gerektiğini söyleyen bildik sinik tavır bir yanda, diğer yanda tam da şimdinin, mevcut küresel kapitalist dünya sisteminin sınırları, yıkıcı potansiyeli ve sefaletiyle böylesine dehşetli bu karşılaşma anının en radikal değişim ve olasılıkları konuşma ve düşünme zamanı olduğunda ısrar eden ‘ütopyacı’ arzu.

                                                                                               ***

Ömrümüzün tamamında hep aynı soruları tekrar eder durur, bundan kaçamayız: “Kimim ben?” Kendim için ve ötekiler için, kendi gözümde ve öteki insanlarınkinde, kimim?” “İstediğim nedir, neyi arzuluyorum?” Ötekinin/ötekilerin benden istediği nedir?” “Toplumda nasıl bir yerim var?”

Hem bütün hayatım, varolma ve arzulama biçimlerim, önemli karar, davranış ve seçimlerim hem de öteki insanlarla en sıradan ve gündelik etkileşimlerim aynı soruların damgasını taşımaktan kurtulamaz. O soruların en güçlü biçimleriyle karşımıza dikildiği, bireysel ruhsal ekonomimizle sınırlı olmaktan çıktığı, hayatlarımızı ve geleceklerimizi mutlak ipotek altına aldığı zamanlar vardır.        

Bir başınayken her birimizin paylaştığı kırılganlık, zavallılık ve savunmasızlık zeminini, en temelde birbirimize muhtaç ve borçlu oluşumuzu, çaresizliğimizi, ortak zayıflık ve acizliğimizi, müşterek güçsüzlüğümüzü, en derindeki köken ve kader ortaklığımızı, demek insana ilişkin en katı gerçeği -bunun en açık haliyle ortaya serildiği şimdiki acı travmatik karşılaşmadan sonra bile-, unutuşun örtüsüyle örtüp, bu belayı ‘savuşturduktan’ sonra, zafer dansları ve şarkıları eşliğinde her şeyi unutup demek, yeniden eski umursamazlığımıza, eski kayıtsızlığımıza ve bencilliğimize dönmek için can atmakta mıdır asıl hakikatimiz?

Belli bir psikanaliz anlayışı ve etiğine kulak kesilmek, yolumuza oradaki derslerden öğrenerek devam etmek iyi bir başlangıç noktası olabilir pekala. İçinde bulunduğumuz kültür ve iklime damgasını vurarak temel davranış ve düşünce yapılarımıza hükmeden, ve böylece ilişki ve söylemlerimizin, beklenti ve hayallerimizin, sevinç ve hüsranlarımızın çerçevesini çizen neoliberal/postmodern ideolojinin temel varsayımı şudur: Her bir birey için eksiksiz mutluluk ve tatminin tüm nesne ve araçları hemen burada, kapitalizmin devasa pazarında fazlasıyla mevcuttur. Dahası söz konusu her bir ürün/nesne değiş-tokuşa, alınıp satılmaya hazır ve nazır bir halde mevcuttur. Bireyin sınırsız/eksiksiz tatmini ve kendini özgürce gerçekleştirmesi (kendinin mükemmel bir versiyonunu yaratma) vaatleri/hedefleri sayesinde varolan ve işleyen bir toplum yapısıdır bu. Tam da bu yüzden asıl vurgunun, kendi zorunlu koşulu olarak ürettiği tatminsizliğin -ve hüsranın- olumsal karakterine yapıldığı bir toplum tasavvuru ve yapısı. Belli bir yaşama üslubu ve ahlakı dayatan bu ideolojik varsayım/kurgu, aynı zamanda yeryüzünün ve üzerindeki her şeyin -suyun, toprağın, ormanın, havanın- alınır/satılır bir metaya dönüştürülmesine, kapitalizmin talan ve yağma düzenine meşruiyet sağlayan hilenin de ta kendisidir. Yapmamız gereken elimizi nasıl uzatacağımızı bilmek, bunun için gerekli hazırlıkları tamamlamış olmaktır. Bunun nasıl bir rekabet ve güç ilişkisine, ötekine -daha fenası kendine de- yönelik nasıl bir tahammülsüzlük ve yıkıcılığa, korkunç bir başarı ve  performans düzenine, ele geçirme/sahip olma/mülk edinme itkilerinin hükmettiği varoluş biçimlerine yol açtığını söylemek bile gereksiz.  

Yapmamız gereken bu senaryoyu tersine çevirmektir: Bize nihai/zorunlu bir ihtiyaç ve/ya da tatmin vasıtası olarak sunulan her bir nesnenin -demek bizim de çoktan bir inanç statüsüne yükselttiğimiz bu yanılsamanın- ancak yapısal olarak belirlenmiş bir eksik-lik, bertaraf edilmesi mümkün olmayan bir yoksunluk zemininde zuhur ettiği yerdedir asıl hakikatimiz.     

Ve dahası: Birey ancak toplumsal ilişki ve bağların  kesişimi ve düğümü olarak, her birinin diğerinin ötekisi olduğu bir ilişki yeri/ağı olarak, birey-ötesi bir çokluğa, birinin kendi başına varolmasının bünyevi olarak imkansız olduğu bir matrise çoktan kayıtlı olarak vardır, mevcuttur.

Ve bugün cesaretle yüzleşmemiz gereken şey, bu dünya sisteminin çökmekte olduğudur. Bu akıbetinden, bir kez daha, bizzat onu hazırlayan yol, yöntem ve araçlarla kurtulmaya çalışan bir dünya sistemi kendi varlığını daha nereye kadar sürdürebilir ki? 

Demek ya buna hazırlanacak, daha alçakgönüllü ve dengeli, ortaklığa, dayanışmaya ve işbirliğine dayalı bir dünya ve hayatı konuşmaya ve düşünmeye başlayacağız…     

Ya da hızla eski, ‘normal’ hayatlarımıza kaçacak, önümüzdeki sefil zamanlarda bu her anlamda ‘bildiğimiz’ yolu neden seçtiğimizin sebeplerini merak edip duracağız…