Cumhurbaşkanı bulduğu her fırsatta kendisine muhalefet eden kesimleri ağır suçlamalarla suçluyor. Çok zaman bu herhangi bir ülkede görülebilecek “iktidar/muhalefet” tartışması sınırlarının dışına taşıyor. Taşmasının başlıca nedeni, Cumhurbaşkanı’nın, kendi dediğine aykırı gelen her şeyi “memleket aleyhinde” olarak damgalaması. Bu tutum, sık sık, akıl dışı boyutlara varıyor. Söylenenlerden anlamamız gereken, öteden beri memlekete düşman bir grup var burada ve “muhalefet” denilen kişiler bunlar. Bunlar halkı sevmiyor ve aşağılıyor; ekonominin gelişmesine imkân tanımıyor. Çapulculuğu destekliyor. Aklınıza ne gelirse...
Cumhurbaşkanı’nın kendine malzeme bulmak için sık sık “Tek-Parti Dönemi”ni ziyaret ettiğini görüyoruz. Bu prosedür yerleşti. Cumhurbaşkanı geleceğin istediği gibi olması için (yani iktidarının devamı için) geçmişi kazıyor, oradan bir şeyler bulup “Bakın, bunları da yaptılar!” diye bu tarafa taşıyor. Bu “günahlar” arasında ekonomik konular da var. Halk Partisi iktidarları ekonomik alanda da toplumun iflahını kesmiş.
Öteden beri hiç böyle düşünmem. Halk Partisi’nden ekonomi sihirbazlarının çıkıp mucize yaratmadıkları bir sır değil. Ekonomiye bakışları genellikle muhafazakârdır. Ancak bu konuda iki başlıca parti arasında sanki metni yazılmamış bir işbölümü vardır. “Sağ” dediğimiz partiler daha rahat koşullarda çalışıp daha fazla refah üretmişlerdir. Ama yıllar boyunca gidişte dikkat çekici bir uyum vardır. Bunu vurgulayacak yerde uzlaşmaz kutuplar edebiyatı yapmak talihsiz olduğu kadar tehlikeli de.
“Tek-Parti Dönemi”nin önemli bir kısmında Atatürk hayattaydı. Tayyip Erdoğan son zamanlarda Atatürk hakkında ettiği sözlere daha çok dikkat eder gibi (muhtemelen bunun fazla tepki topladığını gördü). Onun için İnönü’ye serbest atış uyguluyor.
Atatürk hiçbir zaman “sosyalist” olmadı. Cumhuriyet’in başına geçtiği sırada “ekonomik model” olarak benimsediği düzen, Britanya türü bir liberal ekonomiydi. Varolan koşullarda epey uzak bir hedef ama çabaya değer. İzmir İktisat Kongresi’ne bakıldığında böyle bir hedef gözetildiği çıkarsanabilir.
Ama dünya buhranı böyle bir modelle çalışmaya imkân bırakmadı. Liberalizmi değil, devletçiliği önümüze sürdü. O günün koşullarında muhtemelen buhran olmasa da bu yöntem bizim koşullarımıza daha uygundu. Devlet artık değeri toplamayı üstlenip bunu var mı yok mu belirsiz sanayi sektörüne kanalize etmeliydi. Örneğin Şevket Süreyya’nın önerisi de buydu.
Demiryolu politikasına girdiler. Yol elzemdi, o koşullarda “kara yolu” olacak gibi değildi (bence demiryolu politikası erken terkedildi. (Neye göre “erken”? Örneğin kapitalizmin şahikası İngiltere’ye göre erken). Ellerinden geldiği kadar demiryolu yaptılar. “Aşar”ı kaldırdılar. “Yol vergisi” diye bir vergi koydular. Bu bir yüktü ama ne yapsalardı? Nereden kaynak bulunacaktı? Bu işlerin bir kısmını yaparken Fevzi Çakmak gibi ekonomiyle ilgisi olmayan muhafazakârlarla da uğraşmaları gerekiyordu: Demir-Çelik’in Karabük’te kurulması ya da Antalya’ya demiryolu yapılmaması gibi “askeri tedbirler”!
Ufak tefek sanayiye de girdiler (bez fabrikası v.b.).
Bu arada, yeni Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devraldığı bir “ekonomiyi Türkleştirme” misyonu da vardı. Atatürk’ün sağlığında böyle bir girişim olmadı ama İnönü İkinci Dünya Savaşı’nda Varlık Vergisi çıkartmadan edemedi. Bu Tek-Parti Dönemi politikalarının bence en berbatı oldu. Ama Türkiye sağının bu görüşümü paylaşacağı kanısında değilim.
Bir de, iki Savaş arasını hiç iyi kullanamadığını söylemek gerekir sanırım. Şevket Süreyya’dan aldığım bilgi, ciddi makine alım imkânları olduğu halde bu yola gidilmemiş.
Demokrat Parti liberal ekonomi programıyla iktidara geldi. Geldi de, yapabildi mi? Bir yere kadar. Bu ekonomi hikâyesinde, özellikle baş tarafında, ilginç bir durum iki partinin devletçi olanının o kadar devletçi, liberal olanının de o kadar liberal olmamasıdır. Demokrat Parti zamanında Milli Korunma Kanunu, Et-Balık Kurumu kurulması gibi şeyleri liberalizmle açıklamak zordur. Ama Demokrat Parti Halk Partisi’nden kalan “ilk birikim” kadar Marshall Planı’nın da nimetlerini görerek tarımı makinalaştırdı, sanayii ciddi şekilde teşvik etti. Barajlarla enerji politikasını büyüttü, gerçekten önemli işler yaptı.
Altmışlarda Adalet Partisi iktidarı sırasında dünyada “ithal ikamesi sanayileşme” politikası yaygındı. Demirel de bunu izledi. Dayanıklı tüketim malları sanayii bu dönemde kuruldu ve gene bu dönemde Türkiye bir tarım toplumundan bir sanayi toplumuna geçişini başlattı (bunda otomotivin ciddi payı oldu).
12 Mart sonrasında MSP “ağır sanayi hamlemiz” diyordu. Aslında önceki dönemlerin hedeflerinden olan ağır sanayi bu yıllarda belirleyici önemini kaybediyordu, çünkü elektronik devrimi hazırlanıyordu.
12 Eylül sonrası dönemde de Turgut Özal, ihracatı öne alan ekonomi politikalarıyla Türkiye’yi ekonomik kalkınma hareketi içinde tuttu. Kapitalizmi iyi bilen bir adamdı, öyle de davrandı. Daha sonra AB ile “gümrük” anlaşması bura iş hayatının dünya standartlarından kopmamasına yardımcı oldu. Bu arada, geçirdiğimiz kriz sırasında Sol’dan gelen Kemal Derviş’in başarılı düzenlemelerini de unutmamalı.
Uzatmayayım. Hızlı bir hatırlatma yapmak istedim. Daha yakından bakıldığında bu süreçte birçok eksik gedik ve birçok yanlış tesbit edilebilir şüphesiz. Ama genel gidişi etkilemiyor böyle şeyler ve “genel gidiş” dediğim süreç sonunda vardığımız yer fena bir yer değil. Bu bir “kapitalist gelişme” hikâyesi. Ben kapitalizme muhalifimdir, sosyalizmi benimserim. Öyle de, “Başarılı bir sosyalist ekonomi ve bir gelişme örneği göster” deseniz, elimde bir sermaye yok. Olsa olsa, temelde kapitalist bir ekonomide sosyal-demokratların gerçekleştirdiği iyileşmelere örnek verebilirim. Yoksa Çin Komünist Partisi’nin gerçekleştirdiği kapitalist kalkınmadan söz edecek halim yok.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan beri kapitalizm yoluyla kalkınmayı seçti ve bugün de bu yoldan gidiyoruz. Bu istisnai bir şey değil, çoğunluk böyle yapıyor. O halde Türkiye’nin bu
işi nasıl yaptığına, başarılı olup olmadığına gene bu model içinde bakmak gerekiyor. Böyle bakınca görünen manzara “mucizevi” bir sıçrama filan değil, ama ortada bir yenilgi de yok.
İşin başladığı noktada verilerin ne olduğu düşünülürse, olumlu bir grafikle karşı karşıyayız.
Onun için de bu işe emek vermiş herkesin hakkını kabul etmek gerek bence. Memleketin ekonomisini sabote eden filan yok.
Kısacası düşman yok. Düşmana gerek de yok.