İnsanın kalbinde, en derinde yatan şeydir dayanışma ve empati. Bir “öz” söz konusuysa eğer, insanın bir özü varsa, o, dayanışma ve empatiyle yoğrulmuş bir özdür. Ya da bir insan özünden/doğasından söz etmek gerekecekse… Daha uygun bir ifadeyle, dayanışma ve empatinin insanın kaderi -ve kökeni- olduğunu söylemeliyiz belki de. Şimdi, bütün alametlerin gösterdiği üzere, hiçbir iler tutar aynı kalmamış ve çökmekte olan bir dünya düzeninde, en yüce dayanaktan ve umut noktasından söz ediyoruz demek ki. Yaslanacağımız ve birlikte yola koyulacağımız temel insanlık kaidesinden. Demek biz eşsiz dayanışma ve empati kapasitesiyle birbirimize bağlanarak ve çoğalarak başka bir dünya ve hayat için zihnen hazırlık yaptığımız ölçüde, o değişimin düşünsel ve duygusal çerçevesini, koordinatlarını oluşturmaya giriştiğimiz ölçüde, o kör atalet, eylemsizlikten sıyrıldıkça açılacak ve parlayacak bir ufuktur önümüzdeki. Yeniden buna, bu kolektif değiştirme ve inşa etme kudretimize inandığımız ölçüde daha da belirecek, asıl anlamına biz o hayali kurdukça ve inandıkça kavuşacak bir ufuk. Yoksa o yıkıntıların kime ne faydası olur ki!
Dayanışma içindeyken çünkü, kendimi ötekine sunarım. Onun güçsüzlüğü, zayıflığı ve çaresizliğiyle dertlenir, bunu açıkça gösteririm. Toplumdaki mevcut rol ve işlevimi terk eder, bir eşiği aşarım: Senin tarafında, sana yoldaş olacağım. Durumun ümitsizliğine rağmen buna cesaret ediyorum. Çünkü ortak çabamızın mucizevi gücüne inanıyorum. Nitekim, hiç beklenmedik yerde ve zamanda ortaya çıkmaz mı tüm mucizeler… Bir de şu vardır dayanışmacı bağda: Ötekine yönelmek, eğilmek, açılmak, ama kendimi de ona büsbütün açık hale getirmek. Biri olmanın, biri haline gelmenin koşulunu diğerinin eşit ötekisi olmakta görmektir dayanışma. Kendini bulmak, kendine varmak, kendi olmak için biricik yolun kendi dışına çıkıp ötekine varmak, bu sapağı kat etmek olduğunu bilmektir. Bu ilksel/kökensel deneyimi tekrar etmek, bu deneyimin bilgisiyle -ve sevinçle- varlığımızın sarsılmasıdır. Birlikte yan yana yürüme önerisidir dayanışma, bir yoldaşlık teklifidir. Yardımseverlikten, demek bir üstünlük ve iktidar ilişkisinden, tek yönlü bir lütuf ilişkisinden farklı olarak kendimi de aynı zayıflık ve kırılganlığın öznesi olarak gördüğüm bir eşitlik ilişkisidir. Nedir ki zaten mucize, kendi içimden başka birini yaratmaktan başka?
İç dünyalarımızda baştan beri varolan aşırılık, uyarım fazlalığı ve karmaşa karşısındaki çaresizlik yüzünden, dehşetli bir varlık/yokluk sınırında kasıla kasıla ilerlemeye çalışırken kendimi ötekine iliştirmeye, ötekine uzanmaya çalışırım. Varlığımı altüst eden acıyı dindirmenin biricik yoludur bu. Bu mümkün olmuyor, ötekinin yanıtı yetersiz kalıyorsa bile, o acıyı ve mutlak acziyeti yine de başka bir şeye, bir ayrılık kaygısına örneğin ya da travmatik bir duruma (demek yine ötekiyle aramdaki bir şeye) dönüştür, dayanılmaz bedensel acı ve güçsüzlüğü neredeyse umursamayacağım bir zihin ve varolma biçimi yaratırım. Demek ötekiyle aramdaki ‘maddenin’ müştereken yontula yontula kıvam kazanması sayesinde, bu ortaklığı icat ederek ve üstlenerek, bu ortaklığa yaslanarak dünyadaki yerime ve kimliğime kavuşurum. Bu ortaklığın içinden geçerek, sevgi ve şefkati, armağan ve sevinci (yoksunluğu, hüsranı, kızgınlığı da tabii) bu ortaklık ve ilişkide öğrenerek yerleşirim dünyaya. Ne muhteşemdir güvenle dünyaya yerleşiyorum, burada bir yerim var duygusu! Şimdi ortaya çıkan bu ilişkisellik, ötekiyle aramda usulca gerilen yeni uzam, mümkün olanın yapısını ve sınırlarını radikal biçimde değiştirir. Oluşan çatlaktan umut ışıkları sızar. Ötekine ilişkin kurduğum hayal ve fantazilerin çokluğu bundandır. Bu yüzden ötekinin arzu ve niyetlerine ilişkin tasarımları çok erkenden oluştururuz. Kendimizden yola çıkar, ötekinin arzusuyla özdeşim yaparız. Dahası öncelik ötekinin arzusundadır artık. Başkasını hissetme, anlama, ötekinin acısını ve kederini tanıma kapasitesi neredeyse etimize kayıtlı olarak oradadır. Demek, bu hikayenin diğer versiyonuna, yani çaresiz ve bağımlı durumdayken, dışımızda olana ilişkin hiçbir kontrol ve tasarrufta bulunamıyorken ötekilerin korkunç güç ve insafına/merhametine tabi olduğumuz, bu iktidar durumuna nefret ve kızgınlıkla tepki verdiğimiz, nefretin neredeyse doğal bir tepki olarak hep orada olduğu tezine fazla prim vermemeliyiz.
Açıkça birbirinin koşulu olan dayanışma ve empati kapasitesi, içimizin en derin katmanına yerleşmiş, demek bir ahlak ve politika buyruğu olarak ortaya çıktığı anda bile onların aktüel ve pratik çerçevelerine hiç sığmayan, daha o anda oradan taşıveren bir (Lacancı bir kavramı zorlayarak söylersek) dış-mahrem (extimate) statüye sahiptir. O kadar derine nüfuz etmiş, varlığımın bütün dokusuna öylesine işlemiş ki, artık en yüzeyde bile görünür hale gelmiş, en dışta bile çoktan seçilir olmuş şey. Neredeyse bir dışsallık statüsüne sahip oluşuyla standart psikolojinin kaba iç ile dış ayrımını gereksiz hale getiren varlık parçası. O yüzdendir ki, dayanışma pratikleri ve eylemleri başka herşeyi yutan ve iptal eden dev dalgalar gibi birden patlar. O çağrılara, acıya, feryada kayıtsız kalmak gelmez elimizden. Orası artık, bencilce hesapları, bireysel çıkarları arkamızda bıraktığımız, yeni bir varlık düzlemidir. Sanki baştan beri çeşitli karalamalarını tekrar edegeldiğimiz ve hep tamamlanmadan kalan bir hikayenin, bir eşitlik hikayesi olarak kendimizin ilk defa tam önündeyizdir. Bu yüzden dayanışma ve empati her birimiz için aynı zamanda bir haysiyet ve benlik -değeri meselesidir. İnsanın en renkli, en yaratıcı, en parlak, en göz kamaştırıcı halleri böyle zamanlarda ortaya çıkıyorsa bundandır. İçimiz genişler mütemadiyen. Güçlü bir ışık gibi hiç sonu gelmeyen ve saçılarak çoğalan iyilik jestleri, iç içe geçerek genişleyen yardımlaşma ve işbirliği ağları, tam sendelediğimiz yeri daha o anda gören ve usulca uzanıveren onca başka el oradadır işte. Şükran ve sevinç duygularıyla, coşkuyla ve nefesimiz kesilerek içimiz içimize sığmaz olur.
Burada, başkası tarafından yutulma, kimliğimizi ve özerkliğimizi kaybetme ya da ötekinin ötekiliğini ve sınırlarını tanımama ve ihlal etme tehlike ve kaygılarının çok ötesindeyizdir artık. Başlangıçtaki bireyler çoğulluğunu çoktan ardında bırakmış, her birin tekil varlıklar olarak varoluşunu imkansız hale getiren bir kolektifin, kolektif bir amacın parçasıyızdır çünkü. Çoktan başka bir hayata, başka bir insanlık durumuna inanmışızdır. Verili simgesel kimlik ve konumumuzun bütün koordinatlarını alt üst ederek, onun yerine bir bağı ve ilişkiyi (aynı zamanda, belki de simgesel ile gerçek arasındaki ilişkiyi de) ikame ederek, “kendimizde kendimizden fazla olan şey”e temas ederek…En müşkül ve imkansız zamanlarda bile o eşikleri aşabildiğimize göre, bu, hamuru dayanışma ve empati hisleri/kapasitesi ile yoğrulmuş kalplerimiz yüzündendir.