İnsan evvela kendini bağışlamayı bilmeli, öğrenmeli: bir suç, bir günah, bir yanlış için –teolojik yahut seküler- daha yüksek bir makamdan af dilemek, o makamın hâkimiyetini yeniden üretmek, perçinlemektir. Bu fasılda, bağışlama edimini en yoğun iktidar anları arasında görür Elias Canetti. Pek çok iktidar istencine olduğu gibi bu istence kavuşmak için de herkes içten içe can atar: bağışlama esnasında açığa çıkan örtülü yahut aşikâr haşmet ve soğuk yücelikler eşsiz hazlardandır... İlle büyük suçlar, kabahatler için değil, beşeri ilişkiler sahasında vuku bulan sıradan olaylar da dahil, bağışlanma talebinde bulunmak affetme konumundaki öznenin iktidarını teyit eder; böyle bir konum yoksa bile mevcut affedilme talebi, bu talebi karşılayacak faili bir iktidar konumuna taşır, yerleştirir. Kurbanından celladına istisnasız herkes bu konuma varmak, orada demir atmak, insandaki en tekinsiz zevklerden biri olan bağışlarken aşağılamanın hazzını yaşamak ister. Bağışlamak özünde bir aşağılama, hakaret etkinliğidir. Ne var ki, ahlaki düzlemde erdemle donatılmıştır, estetik açıdan derin bir yüce gönüllülük yahut cezalandırma arzusundan çelebice bir vazgeçiş olarak değerlendirilir, ama tüm bunlar bağışlamadaki aşağılama arzusunu perdelemekten, onu meşru kılmaktan ibaret süslemelerdir. Bağışlamanın faili ile affedilme talebinde bulunan özne arasında kurulan iktidar oyunu sarsılmaz bir hiyerarşiyi şart koşar: “seni bağışlıyorum” ya da “seni bağışlamıyorum” sınırları dahilinde cereyan eden bu marazi oyunda bağışlamanın faili Tanrı’dan rol çalar, kendine yahut bir başkasına karşı işlenmiş bir suçu mağrur bir edayla cezasız bırakıyordur; suçunu üstlenmiş öznenin ondan daha yüksek bir makam karşısında diz kırarak affedilme isteğinde bulunması ise daha diplerde aşağılanma isteğine yönelmiş gem almaz bir arzunun kıpırdağına işarettir...
***
Kurşuna dizilmek üzere duvar dibinde beklerken birdenbire yukarıdan gelen bir bağışlama kararı: böylesi istisnai eşiklerde öldürme iktidarı yaşatma iktidarıyla garip yollardan iç içe geçer. Öldürme kudretine ve hakkına sahip bir iktidar aynı zamanda yaşamı bahşeden bir iktidar haline geliyordur, öldürmeyip de yaşatarak, bağışlayarak... Ya da cezaevlerini boşaltan af kararları... Hapishane kapılarını kapatan bir iktidar aynı kapıları açabilecek bir iktidar oluyordur, infazı olduğu yerde keserek... Ceza hukuku ticaret hukukunun diliyle konuşur: bağışlama sürecinin esas aktörü olan alacaklı konumundaki özne, alacağından feragat ederek yeniden borçlandırıyordur kurbanını...
Bağışlamak, bu itibarla, dokusunu oluşturan alacaklı ve borçlu ilişkisiyle, Dostoyevski’nin insandaki en aşağılık ve sefil addettiği “otorite” duygusunun merkezinde yer alan eylemlerden biridir: ayrı bir tartışma bahsi olması itibariyle kendisi bir yana, karakterleri hep daha keskin, daha eksantrik suç ve çılgınlıklara yönelir; akıl ve delilik arasındaki çapaklı bölgelerde açığa çıkan kimi girift haz ve günah ilişkilerine gömülürler, ama her günahtan, her anormal düşünceden, her sapkın eylemden sonra ne Tanrı’dan, ne onun yeryüzündeki gölge-temsilcisi olan devletten yahut iktidar odaklarından, ne de bu ikisiyle bağlantılı olan kamudan-ahalinden af dilenir...
Yarı-entelektüel katil Raskolnikov fahişe Sonya’nın ayaklarına kapanır, Sonya’nın şahsında “insanlık”tan özür diler, ama özür dilemek bağışlanmak istemek anlamına gelmez, zira Raskolnikov –eylemin etkileri karşısında- gerek insanlık gibi soyut bir kavramın gerek ahlaki-teolojik yargıların hükümsüz olduğunun sonuna kadar farkındadır. Sözümona bağışlanmanın anlık ferahlığı bir kez fiiliyata dökülmüş bir eylemin neticelerini ortadan kaldırmaya, verilmiş bir hasarı telafi etmeye yetmez. Dimitri Karamazov korkunç bir iç tazyikle kendisi işlememiş bile olsa baba katilliği suçunu omuzlar, Alyoşa gururunu incittiği çocuktan kendini mazur görmesi ricasında bulunur, ama taşlanarak geri püskürtülür; her durumda cezalandırılma Sibirya’da ya da başka bir zindanda değil, insanın uçsuz bucaksız yüreğinde, sonsuz vicdanında gerçekleşecektir. Bağışlanma sürecini kendi içinde gerçekleştiremeyen kişinin dışarıdaki bir mecraya kapılanmak, nedamet getirmek, pişmanlık duyup af dilemek dışında herhangi bir seçeneği yoktur...
Dostoyevski nezdinde hukukun hükmü, bu hükmün infazı, kamunun bakışı ancak bir kabuktur, bir yüzeydir. Baş döndüren muhasebeler, ruhu dipsiz bir girdap gibi kendine çeken azaplı düşünceler, aman vermeyen hafıza taarruzları ve tüm bunların yıkıcı etkileri, kendi kurucu potansiyellerini de yanlarında taşıyarak, içeride, öznenin kendi yüreğinde kurulmuş bir mahkemede yargılanıp hükme bağlanır; çarpılmış dağılmış da olsa bilinç –eylemin, varoluşun bilinci- bu mahkemenin esas hâkimidir. Özneye alan açılır bu sayede: kendini bağışlama fırsatı... Başkaları tarafından bağışlanmak, bağışlanmak suretiyle herhangi bir zararı tazmin etmek, kefaret mümkün değildir. Bağışlama ve bağışlanma oyununa bulaşmamak, oradan sıyrılmak üzere tek bir imkân vardır Dostoyevski’de: acı çekmek. Dostoyevski’nin acı çekme formülünde günah ve kefaret, suç ve ceza arasındaki ahlaki ve hukuki denklemler yeniden kurulmaz, metafizik-provokatif bir içerikle mevcut denklemler askıya alınır. Acı çekmek gerek teolojik gerek seküler suç ve ceza diyalektiğine kısa devre yaptırır, herhangi bir eylemin neticesi olarak dünyevi bir makamın biçtiği kürek ya da sürgün cezası, yahut bir manastıra kapanıp da çile çekmek hiçbir şey ifade etmez, ruhsal yaptırımdan ve dönüşüm olanaklarından yoksun, olsa olsa ıslah maksatlı edimlerdir bunlar, özne acı çekerek, acısını da dünyaya boca etmeden bağışlanma oyunundan çıkabilecektir ancak...
***
Victor Hugo’ya bakılırsa, karalardan daha geniş olan denizler vardır; denizlerden daha geniş olan okyanuslar vardır; okyanuslardan daha geniş olan gökyüzü vardır; ve bunların hepsinden çok daha geniş ve sonsuz olansa insan ruhu ve vicdanıdır. Hugo’nun insan ruhunun genişliği düşüncesi Dostoyevski’ye hiç yabancı değil. Tek bir insanın ruhu dahi bütünüyle tüketilemeyecek derin bir muammadır; hal böyleyken bir eylemin saiklerini tümüyle bilmek, yargıda bulunmak ne mümkün, bulunuluyorsa şayet nasıl da büyük bir küstahlıktır bu... Victor Hogu’nun tilmizi Baudelaire, “insan kimse inmedi senin uçurumuna” diyordu... Dostoyevski bakışlarını kaçırmadan o uçuruma bakanlardan biri: bağışlama-af dileme oyunu değil sadece, insanın yeryüzündeki varoluşuna anlam-değer katmak için çareyi, muğlak da olsa bir dönüşüm olanağını, yenilenmeyi acı çekmekte buluyordu: insan kendini bağışlayabilir, pis sırıtışlarla, sorunsuz unutuşlarla değil, kendi uçurumuna bakarak, ve ancak kendini bağışlayabilen bir insan başkalarını bağışlama zevkinden, bu zevkteki kötü iktidar istencinden uzak durabilir...