Yoksulluk “Noktasında” Samimiyet
Aybars Yanık

Ya geçinemiyom, geçinemiyom, sen anlamıyon mu! Senin kadar kazanmıyom ben arkadaş … Çift maaş giriyo sizin evinize ya!

Muzo

Behzat Ç. dizisinin takipçileri bilir, üçüncü sezonda diziye bir ikili dahil (kitapta yoktur bu karakterler) olur: Muzo ile Barbaros. Biri adli tıp doktoru (Barbaros), diğeri ise temizlikçidir. Barbaros “adalet” peşindedir, babası hâkimdir, onun gücü elinde tutanlar lehine yediği haltları da, ergenliğinde kendine ettiklerini de bilir. İçinden çıkamadığı olayları ve artık derinden hissettiği tekinsiz duyguları mevcut adaletsizliklerle antagonize ederek kendi adaletini sağlamanın peşindedir. Yalnız ve yoksul insan Muzo’yu da tabiri caizse peşinden sürükler. Haliyle Barbaros’un sofistikeliğiyle Muzo’nun gündelik dertleri nefis bir tezat oluşturur; Muzo dost peşindedir, “bir şeyler yapmanın” peşindedir, pavyonun ışıltılı dünyasına dalış yapmak ister, maddi imkânsızlığın hediyesi heyecansız hayatına heyecan katmanın, cinayetle kabul görmenin, “adam” yerine konmanın iştahıyla hareket eder, doğrudandır (“çok seviyom la seni”). Ama ne yapsa o “gündelik dert” karşısına dikilir; geçinemez!

Onca hayhuyun, işledikleri cinayetten ötürü yakalanma ihtimallerinin bulunduğu bir anda, Muzo ele geçirdikleri elmasları “okutmanın” peşindedir çünkü “geçinemez”. Sadece geçinememek de değil, özendiği ve heves ettiği hayatı elde edemiyordur, yükselme, içinde bulunduğu koşulları atlatmanın peşindedir. Koltuklarından naylonlarını bile sökmeye kıyamadığı arabanın özlemini çeker, sonunda alır. Barbaros, tahmin edilebileceği üzere, oldukça banal bulur bu hareketleri; “para lazımsa verir”, “bırak şimdi bunları” diye öteler, horlar Muzo’yu (“düzgün davran ya bana!”). Öte yandan Muzo için Barbaros değişmez bir eküridir, vazgeçilebilir, hatta tercih edilebilir biri değildir, tek arkadaşıdır, tek dayanağıdır, onunla türkü bara gelmez ama “takılak mı” dediği zaman da onu her zaman geri çevirmez, muhabbetini genellikle esirgemez, “çoh deliğanlı adamdır”.

Yoksulluk: Essah mı?

Muzo’nun doğrudanlığı, teklifsizliği, gerçek korkuları, geçim derdi, tahammülsüzlüğü ve sınıf atlamaya programlı uçsuz bucaksız pragmatizmi, aynı zamanda, tamamen olmasa da bir yoksul stereotipine yaslanır. Bir tartışma sırasında, masanın üstüne yumruğunu hafifçe tık tık vurarak “Sana bir çift sözüm var beyim,” der örneğin Barbaros’a, Bizim Aile’de “Bak beyim, sana iki çift lazım var,” diye Saim Bey’e çıkışan Yaşar Usta’yı andırırcasına. Gerçi dizi popülerleşmiş bir “yoksul” imajını yeniden üretmekten uzaktır (bu başka bir tartışmanın konusu olsun) ama zaten Muzo kurgu olamayacak kadar gerçektir. Uzaktan görülemeyen yoksulluğu yakın edendir.

***

Popüler kültürde “temsil” olunan yoksulluğun dışındaki temsillere yöneticilerin, yöneticiler gibi düşünenlerin tahammülü yoktur. Yaşar Usta, her şey bir yana, iyi kalplidir be! Yoksuldur ama aza kanaat edebilir, “çok”u istemez; patronuyla konuşur, vuruşmaz; örgütlemez, örgütlenmez; faziletlidir, oyuna gelmez; öbür dünyada rahat edecektir, fani dünyada hırslanmaz.

Nerede gördüğümü ve okuduğumu hatırlamadığım ama aklımda kalan bir şeyi aktarayım: 2013’te Gezi Eylemleri başlamadan evvel Türkiye’de Kemalist elitizm tartışmaları gündemi belirliyordu. Bu gündemin tartışmalarda darbeci/Ergenekoncu/vesayetçi/elitist/devletçi gibi tezahürleri vardı. İşin kötüsü bu etiketler birbirinin yerine kullanılıyordu. Örneğin televizyondaki siyasi tartışma programlarının hemen hepsinin konudan bağımsız en nihayetinde vardığı yer bu “gündem” (darbeci misin?) oluyordu. Konu değişse bile, sözgelimi çiftçiye destek olalım, dışa bağımlı olmaktan kurtulalım diyene dahi “milliyetçi”; fırsat eşitliğini savunanlara devletçi, 4+4+4 sistemine karşı çıkanlara eğitimde vesayeti savunan elitist deniyordu. Bir ara, sanıyorum evlerde “kızlı-erkekli” kalma çekişmeleri sırasında, bu hayat tarzını benimseyenlere, içki içenlere, arkadaşıyla/sevgilisiyle birlikte kalanlara, dışarı çıkıp eğlenenlere “Kemalist elitist” damgası vurulmuştu. İşte o sıralarda bir öğrenci, mealen şöyle demişti: “Üç kuruş parayla, bursla krediyle geçinmeye çalışan, artırabildiğiyle boş zamanını değerlendirmeye çalışan, dışarıda eğlenmeye çıkanlar elitist, zengin çocuğu; haksız kazanç sağlayanlar, ihalelere fesat karıştırıp devleti zarara uğratanlar, her yere bina dikip kamusal alanları ortadan kaldıranlar halktan, demokrat.”

İşte burada işaret edilen yamukluk, tam da “yoksulluk stereotipine” uymayanların geçim sıkıntısı yaşayamayacağı, gelecekten endişe edemeyeceği, yoksul/yoksun olamayacağı, sıkıntı çekemeyeceği, samimi görünemeyeceği sınırı gösteriyor; eşitlik ve adalet talebinin çarpıp geri sektiği sınırı…

Maşallah, kaslara bakın

İki güncel örnekle biraz daha açayım.

Sokakta kendisine mikrofon uzatılan bir genç şunları söylemişti:

Ben 2015 model bir arabaya bineceğim, güzel bir evde oturacağım, eğer dört tane çocuğum varsa 3+1 eve geçebileceğim ben. Bu hakkı sen bana vereceksin. Köpek gibi çalışıyorum senin için. Eğer vermiyorsan sen de yaşamayacaksın o zaman. Eğer ben yaşamıyorsam sen de yaşamayacaksın o zaman…

Kimine anlamlı, kimine yersiz gelebilecek taleplerini ifade etmişti. Yaşadığı hayattan bir biçimde memnun değildi. Kitap okumak istediğini ama kafasını toplayıp, vakit ayırıp okuyamadığı söylüyordu. Ama bir dakika, samimi değildi! Kasları vardı! Proteinden şiştikçe şişen kolları tişörtünü zorluyordu. Hatta tişörtü de markaydı galiba. Eli yüzü de düzgündü. Haliyle et yiyemediği filan palavraydı. Yalan söylüyordu. Provokasyon yapıyordu. Türkiye komşusu açken tok yatanların ülkesi değildi, olamazdı…

İYİ mi!

Yine yaklaşık bir ay evvel, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, 28 yaşında, üniversite mezunu, işsiz ve ümitsiz bir genci, Serhan Koray Çiftçi’yi partisinin TBMM Grup Toplantısı’nda kürsüye davet etmişti. İşsizlikten, geleceği öngörememekten, liyakatsizlikten, geçim derdi nedeniyle insanların başka bir meşgalesi olamamasından şikâyet ediyordu. “Suçlu ben miyim, yoksa beni hayal kurmaktan bile alıkoyan 2020 Türkiye’si mi?” diye soruyordu.

Ama o da ne! Gencin eğlence mekânlarında, yurtdışında fotoğrafları internete düşmüştü! Düşmüştü, yani birileri bulup çıkardı, internet ortamına düşürdü. Gizliydi, gizlenmişti. Hani parasızdı, hani geleceksizdi, “kadınlara” vakit ayırabiliyordu ama! Fıldır fıldır da geziyordu, cebinde parası olmayan insan nasıl gezebilir ki? Hem de yurtdışında… hem de Roma’da. Haber diliyle söyleyelim: “… kafalarda soru işaretlerine neden oldu!”

Yine, elbette, samimi değildi. Gerçek değildi. Türkiye’de bir avuç insan dışında kimse samimi değil. Arada kandırılıyorlar ama samimiler. Samimiyetin kuralını kaidesini de onlar belirliyor.

***

Yoksulluk denildiğinde elleri kirli, yıkık dökük harabe binalarda ikamet eden, üstü başı dökük, en temel ihtiyaçlarını gidermekten yoksun, yer sofrasında aynı tencereden yemek yiyen insanlar, beş ve üzeri çocuklu kalabalık aileler, insanlara el açan dilenciler, kalem, çakı, çakmak, çakmak gazı, tespih satan seyyar satıcılar, önündeki kartona büyük ve renkli harflerle geçinemediğini yazan engelliler, yolda kaldığını söyleyip demir para isteyen çaresizler (kimine göre dolandırıcılar), otobüs durakları önünde yara bandı ve selpak satan görme engelliler akla geliyor.

Yoksulluğun ispatı, dolayısıyla samimiyeti, bu tür yaşam şartları içerisinde olup olmamaya göre belirleniyor. Gücü elinde bulunduranlar yoksulluğun da kriterlerini koyuyor. Kriterlerin dışındakiler bir de yoksul olduğunu kanıtlamaya mecbur bırakılıyor. Oysa, yoksulluk çalışmalarından biliyoruz, yoksulluk halinin en berbat tezahürlerinden biri, yoksul olduğunu söyleyebilmenin, yoksul olduğunu kanıtlamanın ağırlığıdır. Bu ağırlık insanlık onurunun, insanca yaşamın üzerine abanır. Sessiz sedasız acı çekmek, acıyı göstermekten daha kolaydır çoğu zaman. Türkiye’deki sosyal yardım programlarının bu anlayış üzerine kurulduğunu biliyoruz. Hadi, madem yoksulsun, ispatla, yardımı al!

Ama bankanın önünde sütünü yere çarpıp isyan eden bir çiftçiysen oraya hangi araçla nasıl gelebildiğin; geçinemiyorum diye kendini yakmaya kalkışırsan benzini nasıl, hangi parayla alabildiğin “külyutmaz analistler” tarafından, toplumun esenliği adına sorgulanır.

Serhan Koray Çiftçi haberinin altındaki bir okur yorumuyla bitireyim.

“Eğlenmeyi bir ZENGİN işi olduğunu alıştırılmışız. Fakir eğlenemez dimi.”