Emma: Jane Austen Uyarlamalarının Sonuncusu
Sezen Ünlüönen

Jane Austen hakkında bir denemeye Gurur ve Önyargı’nın meşhur ilk cümlesi “Hâli vakti yerinde bekâr bir erkeğin tek eksiğinin bir eş olduğu, herkesçe bilinen bir gerçektir”e nazire yapan bir açılışla başlamak bu işin yazısız kurallarından olduğundan biz de öyle yapalım: Tarihin herhangi bir noktasında gereğinden fazla Austen uyarlaması yapılması diye bir şeyin mümkün olmadığı, ilaveten bir Austen uyarlamasına daha ihtiyaç olmadığını aklı başında hiç kimsenin düşünmeyeceği herkesçe bilinen bir gerçektir. Bu nedenle, benim bu yazıya Jane Austen uyarlamalarının sonuncusu başlığını atmamla yazının yayınlanması arasında geçen sürede, en az birkaç Jane Austen usulü adabı muaşeret kılavuzu,[1] olmadı Austen temalı yemek kitabı[2] yahut başka bir evrende geçen bir Austen uyarlamasının yazılması muhtemel.[3] Ama biz yine de bu başlıkla devam edelim.

Austen kitaplarından yapılan uyarlamaların tarihi neredeyse kitapların kendisi kadar eski, ama bu uyarlamalar evrenini 1995’de BBC’nin yayınladığı altı bölümlük Gurur ve Önyargı dizisinin ardından CFÖ (Colin Firth’ten Önce) ve CFS (Colin Firth’ten Sonra) diye ikiye ayırmak mümkün—ki Damızlık Kızın Öyküsü ’nün yazarı Margaret Atwood dahi bir röportajında edebi karakterleri herkesin hayalinde kendine has bir şekilde canlandırdığını söyledikten sonra ekler: “Birisinin Bay Darcy’si başkasının Bay Darcy’sinden farklıdır. Yani en azından (Colin Firth) gölden gömleğiyle çıkıp gelene kadar öyleydi.”[4] Bu meşhur gömlek İngiltere’de Austen turizminin bir parçası olduğu gibi (yani turistler hacca gider gibi bu gömleği görmeye gidiyorlar) 2016 senesinde Washington’daki Folger Shakespeare Kütüphanesi’nde de ziyarete açıldı.

Peki, nedir Austen uyarlamalarını bu kadar popüler kılan? Kültürel coğrafya uzmanı Mike Crang, “Jane Austen’ı Yerleştirmek, İngiltere’yi Yerinden Etmek: Kitap, Tarih ve Ulus arasında Gezinti” adlı makalesinde Jane Austen uyarlamalarına düşkünlüğün bir tür muhafazakarlığı içinde barındırabileceğinden bahseder. Jane Austen’ın üstsınıf dünyası, İngiltere kırsalındaki zengin evleri, çay partileri ve balolarına duyulan ilgi kimi durumlarda aynı zamanda İngiltere’nin esasında hiçbir zaman sahip olmadığı bir geçmişe, İngiltere’nin eski debdebesine, ırki saflığına, herkesin konumunu bildiği hiyerarşik bir düzene duyulan bir özlemi de perdeliyor olabilir. Bilhassa bu tür nostaljik uyarlamalarda koloniyel sömürü düzeninin yarattığı zenginlik, bu sömürünün hakiki içeriğinden koparılmış bir şekilde azametli evlerde, balolarda ve çay partilerinde, o partiye çayın nereden ve nasıl geldiğini (Sri Lanka ve Hindistan gibi sömürge ülkelerden) akla getirmeden, çaya katılan şekerin Karayipler’deki şeker plantasyonlarında köle emeğiyle üretildiğini düşündürmeden bir şatafat şöleni olarak gözümüzün önünden akıp gider.

Nitekim bu gerçeklikten kaçış, maziye sığınma arzusu 2008 yapımı Lost in Austen dizisinde daha doğrudan bir şekilde ele alınır. Günümüz İngiltere’sinde yaşayan ve romanların dünyasına özlem duyan ana karakter Amanda Price dizinin ilk bölümünde banyosunda Gurur ve Önyargı’nın geçtiği evrene açılan bir kapı keşfeder. Dizinin sonunda en yakın arkadaşı Pirhana’yı da bu dünyayla tanıştırmak ister ama arkadaşı reddeder: “Siyahi olduğumu unutma.” Beyaz ve ortasınıf bir kadın için bir Austen kahramanı olduğunu hayal etmek tatlıdır belki, ama tarih herkese böyle bir hayal kurma imkanını bahşetmez.

Austen uyarlamaları sadece bu tür bir muhafazakarlık damarından besleniyor değil elbette. Sözgelimi Patricia Rozema yönetmenliğindeki 1999 yapımı Mansfield Park bir sahnede köle ticareti yapan bir gemiyi göstererek filmin konu aldığı ailenin zenginliğinin nereden geldiğini izleyicisine hatırlatır. Tüm bunları anlatma sebebim, Austen uyarlamalarının bu gerilimli arkaplanına karşın Autumn de Wilde’ın 2020 yapımı Emma filminin bu geleneğe nasıl eklemlendiğini soruşturmak. Halihazırda zaten 1995 yapımı bir Emma uyarlaması olan Clueless, 1996 yapımı Gwyneth Paltrow’lu bir başka Emma ve 2009’da yine BBC dizisi olarak çekilmiş dört bölümlük Emma izleyiciyle buluşmuşken de Wilde’ın uyarlaması kendisinden önce gelen diğer uyarlamalardan hangi noktalarda ayrılıyor; bize onların söylemediği ne söylüyor — bunu araştırmak istiyorum.

İlk bakışta bu film mevcut geleneğe pek bir şey eklemiyor, insana güzel mekanlar ve güzel kostümlerden fazlasını sunmuyor gibi görünebilir. Üstelik Anya Taylor-Joy Emma rolünde Gwyneth Paltrow’un insana her hareketini hoş gösteren muzip letafetinden, Bill Nighy Emma’nın babası rolünde başka uyarlamalarda gördüğümüz Mr. Woodhouse’un mülayim iyi niyetinden yoksun gibidir. Filmin ilk yarısı boyunca Emma, romanın sevimli ama kafası karışık çöpçatanı değil de şımarık bir zengin züppesi gibi görünür izleyiciye. Ancak ikinci yarıya geldiğimizde bu seçimin kasti olduğunu, bu uyarlamanın sözünü işte de tam da bu noktada söylediğini anlarız. Film, romanın ilk cümlesinin ekrana yansıtılmasıyla başlar: “Güzel, akıllı ve zengin Emma Woodhouse” ve birkaç saniye sonra, “ dünyada yirmi bir sene boyunca kendisini üzecek ya da yıpratacak neredeyse hiçbir şeyle karşılaşmadan yaşadı.” Bu cümle romandaki orijinalinin kırpılmış bir versiyonudur ve iki parçaya bölünmesiyle filmin yapısı hakkında bize ipucu verir. Sınıfsal konumunun her türlü bedbahtlıktan koruduğu Emma... hayatın gerçekleriyle tanışacaktır. Emma’nın ayrıcalığı daha filmin ilk sahnesinden vurgulanır. Emma’nın evlenmek üzere olan mürebbiyesine bir demet çiçekle teşekkür etmesi sıcak, samimi ve duygusal bir an olarak değil, birisi Emma’nın lambasını taşıyan, diğeri Emma’nın aksi bir tavırla işaret ettiği çiçekleri kesen iki hizmetçinin emeğinin ürünü olarak anlatılır. Bir sonraki sahnede Emma ile babasının konuşmasına yine sayılarını tam olarak hesaplamanın mümkün olmadığı bir çalışan ordusu eşlik eder. İki uşak babanın ayakkabılarını çıkarırken biri ceketini taşır, bir diğeri kapının girişinde beklerken bir başkası babanın bastonunu getirir, bir diğeri Emma’nın uzattığı gümüş kabı elinden alırken, yine bir başkası babaya şapkasını yetiştirir. Emma’nın dünyası, işte bu görünmez, isimsiz emek ağıyla örülüdür ve mümkün kılınır.  Romanın esas oğlanı da aynı muameleden nasibini alır. Romanda bir sağduyu kalesi, bütün çalışanlarıyla saygıya dayalı bir ilişki kurmanın ve mülkünü bilgece idare etmenin bir emsali olarak gösterilen Bay Knightley’yi ilk görüşümüz yine bir çalışan ordusu tarafından çizmelerinin çıkarılması, kravatının bağlanması, çoraplarının giydirilmesi ve anadan üryan bir haldeyken pantolonunun beline çekilmesi esnasında olur. Film Emma’nın nezaket ve görünmez kurallarla örülmüş, piknikler, danslar, nadir kumaşlar, güzel mobilyalar, görkemli evler ve bahçelerden ibaret dünyasına hem bir muhabbet duyar, hem de bu dünyanın içinde kendi pantolonunu kendi giymekten aciz çocuklaşmış karakterlere ince bir mizahla yaklaşır.

Filmin Emma evrenine yaptığı en büyük sınıfsal müdahale ise filmin sonunda gerçekleşir. Filmin başında Emma’nın gayrı meşru bir ilişkiden dünyaya gelmiş arkadaşı Harriet Smith çiftçi Robert Martin’den bir evlilik teklifi alır. Emma arkadaşının bir çiftçi parçasıyla evlenmesini doğru bulmadığından bu evliliğe mani olur. Kitabın sonunda Harriet Robert’la evlenir, herkes kendi sosyal sınıfının içine iyice yerleşir, “tam da olması gerektiği gibi” sosyal konumları birbirine tam da denk olmayan bu iki kadının arkadaşlığı yavaş yavaş uzaktan birbirinin iyiliğini istemek mertebesine geriler. Filmde ise Emma’nın sınıfsal kibri önce, romanın dünyasına asla mümkün olmayacak bir şekilde, Emma’nın çiftliğe gidip Martin’den bizzat özür dilemesiyle kırılır. Üstüne, filmde yine kitaptan farklı olarak, Harriet’in alelade bir tüccar olduğu ortaya çıkan babası Emma’ların malikânesine yemeğe davet edilir. Romanda kendi yetersiz tecrübesiyle boyundan büyük işlere kalkışan ve boyunun ölçüsünü alan Emma, filmde kendi imtiyazlarına kör bir züppeden etrafındakilere saygı duymayı öğrenmiş, sınıf kibri törpülenmiş bir Emma’ya dönüşür. Yani temel olarak film, kitabın öğrenme grafiğini genel bir hayat tecrübesi ekseninden sınıf eksenine kaydırmış olur.

Buraya kadar her şey güzel ve ala. Ama neden edebiyatta ve sinemada sınıf kibri kırılması gereken, şımarık bir züppeyken hayatın çetin yönleriyle yüzleştirilmesi gereken hep genç ve tecrübesiz kadınlar oluyor? Eleştirmen Eve Kosofsky Sedgwick Austen literatüründe sadistik bir “Dersini Öğrenen Kız” merakı tespit eder. Sedgwick’e göre sadece kitapların geçtiği kurgusal evrenlerdeki karakterler değil, okuyucular ve eleştirmenler de kadın karakterlerin hadlerini bilmesine, dersini öğrenmesine kuvvetli libidinal yatırım yapar. Bunun bir uzantısını bu filmde de görmek mümkün belki de. Film orijinal metne sınıfsal anlamı açık kimi müdahalelerde bulunur ama bu müdahaleler hep Emma’yı hedef alır. Peki Emma’da sınıfsal fikirleri en tutucu karakter Emma mı? Emma’nın, etrafındakilere kitabın başından sonuna kadar yalan söyleyen ve onları çeşitli şekillerde manipüle eden Frank Churchill’den daha fazla mı ihtiyacı var kendine bir çeki düzen vermeye? Bay Knightley’nin Emma’dan yirmi yaş daha büyük olması ve hayata daha temkinli yaklaşması hariç ne gibi meziyetleri var da romanın ve filmin makinesinde terbiye edilmesine lüzum görülmüyor? Bu nedenle son tahlilde sınıf siyaseti açısından geçer not alsa da bu Emma uyarlaması, cinsiyet politikaları açısından benim nezdimde biraz sınıfta kalıyor. Ben artık edebiyatta ve sinemada, genç ve toy olduğu halde eserin sonunda neşesi kırılmamış, kendi aklına ve becerisine güveni aldığı derslerle baltalanmamış, yirmi bir yaşına kadar üzülüp yıpranmamış olmanın kendisine çok görülmediği kadın hikayeleri görmek istiyorum biraz da.


[1]  https://www.amazon.com/Jane-Austens-Guide-Good-Manners/dp/159691274X

[2] https://www.amazon.com/Jane-Austen-Cookbook-Maggie-Black/dp/0771014171

[3] https://www.dr.com.tr/Kitap/Ask-Ve-Gurur-Ve-Zombiler/Edebiyat/Roman/Dunya-Klasik/urunno=0000000685062

[4] https://www.goodreads.com/interviews/show/990.Margaret_Atwood