Gülten Dayıoğlu’nun, (ilk gençlik romanı olduğu için belki de) bence kıymeti yeterince bilinmemiş eseri Yeşil Kiraz esasında yoksulluk ve dini örgütlenmeler arasındaki bağlantı, belirli bir döneme damgasını vuran faili meçhul aydın cinayetleri, bunları mümkün kılan siyasi iklim ve bilhassa sınıf ve toplumsal cinsiyetin kesişimi hakkında, yazıldığı 1992 senesinden bugüne hâlaâ söyleyecek sözü olan bir eser. Ben de burada biraz Yeşil Kiraz’ın görünür kıldığı bir meseleden, iktidar ile görgü ve nezaket arasındaki ilişkiden bahsetmek istiyorum.
Romana adını veren Kiraz karakteri köyden kente göçmüş ve zengin bir muhitte kapıcılık yapan bir ailenin kızıdır. İlkokul öğrencisi Kiraz kapıcılık yaptıkları apartmanda oturan varsıl bir ailenin çocuğu olan Dilek’le “arkadaşlık” eder—adıyla söyleyecek olursak, Dilek’lerin evinde yiyip içmek ve Dilek’in küçülen, eskiyen kıyafetlerini giymek karşılığında Dilek’e bakıcılık yapar ve derslerinde yardım eder. Bu tür “iyilik” (iyiliği yapan Dilek’in ailesidir tabii ki) kisvesi altında kurulmuş enformel bütün sınıfsal emek ilişkilerinde olduğu gibi, Dilek’in ailesi Kiraz’ın emeğinden mümkün olabilecek her şekilde istifade eder: sabah Dilek’le Büyükada’da denize giren ve kulüpte pasta yiyen Kiraz, akşam Dilek yattıktan sonra gün doğana kadar, evde verilen davetlerden arta kalan bulaşıkları yıkar.
Benim burada bahsetmek istediğim olay da böyle bir kulüp ziyareti esnasında gerçekleşir. Dilek kulübe sadece “seçkin” kimselerin girebildiğini, kulübün “büyük adamlara” has bir yer olduğunu, yoksulların içeri alınmadığını şişinerek anlatırken Kiraz dayanamaz: “Zenginler birbirlerini pek seviyorlar besbelli” (63). Dilek bozulur: “Annem, köylüler, görgüsüz, yabani, dedikoducu olurlar, der. Demek ki, doğruymuş. Ben (böyle şeylere) hiç dikkat etmem. Sen köylü olduğun için (buradaki insanları) gözlüyorsun.” Kiraz bu yorumu reddeder: “Gözlemiyorum...Apaçık bakıyorum ve görüyorum” (63). Ziyaretin geri kalanı Dilek’in Kiraz’ı yemeğini hızla ve büyük lokmalarla yediği için, yüksek sesle “sığır sidiği” deyip güldüğü için sürekli uyarması, “Kibar ol biraz” telkinleriyle dizginlemeye çalışmasıyla geçer (67).
İki kız çocuğu arasındaki bu kısa epizot, esasında Batı düşüncesinde adabımuaşeret yahut görgü kuralları hakkındaki yüzlerce yıllık birikimin kısa bir özeti ve bu alandaki çelişkilerin dışavurumu gibidir. Görgü, usul ve adaba uygun hareket etme, kibarlık Edmund Burke gibi muhafazakar düşünürler için ahlakın bir vekili, toplumsal düzenin bir sağlayıcısıdır. Bu görüşe göre Kiraz’ın kaba davranışları, temel olarak geride yatan ahlaki zayıflıkların (dedikoduculuk, yabanilik) birer işaretidir.
Bourdieu gibi sola daha yakın, daha güncel düşünürler içinse görgü ve zevk sahibi olmak, ancak egemen sınıfın egemenliğini pekiştirmeye ve gerekçelendirmeye yarayan bir kültürel sermaye çeşididir. Hangi yemeğin hangi çatal bıçakla yeneceğini bilmek, yemeği ona uygun bir şarapla eşleştirebilmek çoğunlukla belirli bir zümre içinde hareket etmekle edinilecek bir beceridir ve kuşaktan kuşağa aktarılan bu kültürel sermaye bu zümreye ait olmayanlar ile sonradan dahil olmaya çalışanları dışarı tutmanın adı konulmamış, sözsüz bir yoludur. Dahası, burada sekiz dokuz yaşındaki çocuklar arasında dahi tatbik edildiği üzere, bu kurallar temel olarak ayrıcalıklı kesimin iktidarının sorgulanması ya da sarsılmasını önlemeye yöneliktir: Varsılların kendilerine yoksulların girmesinin yasak olduğu korunaklı alanlar inşa etmesi değil, “Zenginler birbirlerini pek seviyorlar besbelli” denmesi ayıptır. Patronların aynı emeğe farklı ücret biçmesi değil, çalışanların birbirine “Senin maaşın ne kadar?” diye sorması ayıptır.
Kiraz’ın Dilek’in denetimine karşı koyma biçimi de bu nedenle manidardır ve görgünün, kibarlığın eleştirmenlerinin ana itirazlarından birini temel alır: Nezaketin, yüzeysel, görünüşte, “sözde,” biçimsel bir değer ve davranış türü olması. Kiraz görür ve gördüğünü apaçık söyler; iktidarın bu şekilde adının konması muktedirce “kabalık” olarak algılanır. Görgü ve nezaket bir “öyle değilmiş gibi yapma” sanatıdır.
Özellikle Batı düşüncesine ait bu şecere bizim düşünsel geleneğimizi bütünüyle yansıtmıyor elbette. Bizde görgü ve nezaket, sadece solda değil sağda da genellikle, kurduğu iktidar ilişkilerinin ötesinde batılılaşma ile beraber düşünülen, bu nedenle de her daim biraz şaibeli görülen bir mefhum olmuştur. Bir nebze kaybolmaya yüz tutmuş olsa da, “monşerler” ve onların yapmacık nezaketiyle eğlenmek kültürel evrenimizde on yıllara yayılmış bir ata sporu sayılabilir (nitekim Mina Urgan anılarında Mustafa Kemal’in Avrupa’da senelerce diplomatik görevlerde bulunmuş üst düzey bir bürokratı, “Peki bu armudu çatal bıçakla nasıl yemek icap eder?” diye sınava çekip eğlendiğini anlatır.)
Diğer bir deyişle, bizim için nezaket şüphe uyandırıcı, edebiyat tarihimizin muhtemelen en çok aktarılan anekdotunda Can Yücel’in mahkemede yaptığı gibi organları adlarıyla çağırmak samimi, doğrudan, dürüst ve mertçedir. Belki hem sağın, hem bir çeşit solun birleştiği siyasi doğruculuk nefreti bile bu eksende okunabilir. Siyasi doğruculuk sevmezlere göre esasında hepimizin hemfikir olduğu bazı gerçekler, alenen ortada olan kimi hakikatler vardır da, siyasi doğrucular bu hakikatlerin alenen söylenmesini kabalık/muhafazakarlık/kadın düşmanlığı vs. olarak yaftalayarak, yani bir tür şekilcilik nedeniyle engeller.
Öte yandan André Comte-Sponville Büyük Erdemler Risalesi’nde, şekilci ve yüzeysel yanını teslim etmekle beraber, nezaketin aynı zamanda felsefi (ve davranışsal) bir sorunu çözdüğünü savlar. Ahlak felsefesi geleneği içerisinde sözgelimi Aristoteles, insanın adaletli edimler yoluyla adil, cesaretli edimler yoluyla cesur bir insan kılındığını söyler. Ama hâlihazırda cesur olmayan birisinin cesaretli edimlere nasıl kalkışacağı bir tür tavuk ve yumurta ikilemi üzerinden cevapsız kalır. Comte-Sponville’e göre nezaket işte tam bu noktada devreye girer: insanın şefkatli değilken de şefkatli bir insan gibi, düşünceli değilken de düşünceli bir insanmış gibi davranmasına olanak tanıyarak ve böylece edimler ve alışkanlıklar yoluyla erdemi mümkün kılarak.
Burada görgü ve nezaketi birbiriyle eşanlamlı olabilecek şekilde kullandığımın farkındayım. Halbuki belki sadece sosyal olarak ayrışmayı mümkün kılacak gece davetine gündüz kıyafetiyle gitmemek, saat altıdan önce smokin giymemek türü “görgü kurallarıyla,” sosyal hayatın işleyişini düzenleyen ve Comte-Sponville’in deyişi ile ahlakı önceleyen nezaketi birbirinden ayırmaya çalışmak lazım. Kiraz örneğinde gördüğümüz gibi görgünün kurduğu tahakkümü ve hizmet ettiği dışlayıcı işlevi yabana atmak da mümkün değil. Yine de tüm bunlara rağmen Türkiye’nin güncel siyasi ve kültürel hayatında nezaketin çoğunlukla bir iktidar fazlasını değil, iktidar yoksunluğunu imlediğini söylemek yanlış olmaz. İktidar sahibi tahakkümünü kurar; nezaket sahibi de tahakküme kadri yetmediği, biçimlere ve bir çeşit etkisiz elemanlığa mahkum kaldığı, kabadayılığa boyu yetişmediği için naziktir.
Öyle olunca da ortalık kodu mu oturtan, ağzına geleni dan diye söyleyen, kaba ete kaba et demekten çekinmeyenlerden geçilmez. Senelerdir süregiden bu açık, mert, korkusuz pratiğin ne denli özgürleştirici ve eşitleyici olduğu kolektif tecrübeyle sabit olsa gerek. Belki devir biraz da nezakete bir şans verme devridir.