Siyaset Yapmak
Murat Belge

“Siyaset yapmak”, uçsuz bucaksız bir etkinlik. Peki, toparlayıcı, kapsayıcı bir terim bulmak gerekirse, “ne” yapmaktır siyaset yapmak?

“Toplumsal insan” için üç etkinlik alanı, üç tür “pratik” olduğunu söylüyoruz: ekonomi, siyaset, ideoloji. “Pratik” dediğimiz, bir şeyi dönüştüren etkinlik. Marx diyor ya, yalnız “anlamak” yeterli değil, “dönüştürmek” gerek. İnsan aslında dönüştürüyor hep. “Akıl” dediğimiz şeye sahip canlı olarak hayatı yaşarken bir yandan dönüştürüyor. Marx’ın eksik bulduğu, bu hayatı, genellikle, verili ölçüler içinde, o ölçülerin sınırlarını zorlamadan yaşaması. Yoksa “dönüştürme” hep var. Ekonomik pratik doğada varolanları insan emeğiyle toplumsal ürüne dönüştürmek demektir. Siyasi pratik belirli karmaşık sınıfsal ilişkiler içinde toplumsal ilişkileri dönüştürme pratiğidir. İdeolojik pratik ise yerleşik ideolojinin sunduğu dünya görüşünün iç ilişkilerini dönüştürmektir.

Girdiğimiz çağda “toplumsal ilişkilerin dönüşümü” şiddete başvurmadan gerçekleşiyor. Ama “şiddet”in bu dünyadan silinmesine herhalde daha çok var. Nitekim “Soğuk Savaş” diye adlandırdığımız dönemden çıktık çıkalı savaşsız bir süre geçiremedik. Gelgelelim, şiddet daha çok “periferi”de kendine uygun toprak buluyor. Merkezde Gramsci’nin “siper savaşı” olarak nitelediği mücadele biçimi egemen. Tabii bu konjonktürleri ilelebet kalıcı saymamak gerekiyor. Her yerde, her zaman koşullar değişebilir.

Gramsci’nin tanımladığı siyasi arazide mücadele öncelikle “ikna”ya dayalı, onun için de büyük ölçüde “ideoloji” alanı öne çıkıyor. Burada zaten toplumun dünya görüşünü değiştirmeye çalışan bir iktidar olduğu için ideoloji son derece belirleyici. Kıran kırana bir “değerler savaşı” hüküm sürüyor. Daha da çok sürme potansiyeline sahip.

Feodaliteden kapitalizme geçişte, yani somut İngiltere ve Fransa örneklerinde, feodal egemenlik altında kapitalizmin adım adım kurulduğu görülüyordu. Kapitalizm hayatın büyük kısmında ipleri eline geçirmiş, yalnız politik iktidarı feodallerin elinde çekip alamamıştı. Bunu başardığında, toplum da enikonu “kapitalist toplum” haline geliyordu. Bunun benzerinin sosyalizme geçişte de olabileceğini fark etmemiştik, çünkü kapitalist sistemin buna izin vermeyeceğini düşünüyorduk. Zamanla bunun çok doğru olmadığını sezmeye başladık. Bir üretim tarzı öncelikle “maddi” bir yapı. Ama bu maddi yapı sürekli olarak üstyapıyla ilişki içinde. İdeolojiyle ilişki içinde. “Sosyalist” olmak, öncelikle, maaşını hangi kurumdan (özel şirket mi, devlet mi?”) aldığınla değil, zihninde taşıdığın değerlerle ilgili bir şey. Sözgelişi toplumda “idam cezası”nın ilga edilmesi için kampanya ve mücadele var. “İdam” sosyalizmle doğrudan bağlantılı bir konu değil. Ama “bağlantısız” hiç değil. Bir sosyalist bu kampanyaya katılmalı, bütün enerjisiyle. Tıpkı başka “demokratik” hak mücadelelerinde olduğu gibi. Bunların her biri sosyalizme giden, gitmesi umulan yolu kısaltacak aşamalardır. İnsanlar bu mücadeleler içinde yoğrulur ve olgunlaşırlar. Böylece, sosyalizmin kendinden önce “sosyalist bireyler” oluşmaya başlar.

Geçmişte, buna benzer her şeyin, sosyalist iktidar kurulduktan sonra gerçekleşeceğine inanırdık. Kadın-erkek eşitliği mi yok? Kapitalizmde olmaz zaten. Bir iktidar olalım, hemen yaparız. Mantık böyle işliyordu. Onun için “demokratik” dediğimiz bu tür sorunları soylu “devrim”le değil, mütevazı “reform”la özdeşlerdik. Biz kendimiz “anlı şanlı devrimciler” olduğumuz için bu “reformist” öte beri ilgimizi çekmezdi. Onun için “demokrasi mücadeleleri” denecek bir alan oluştuysa biz oranın demirbaşı olmadık. Ancak geçici ilişki kurduk. Çok zaman böyle sorunları büyük mücadelenin yanında “vakit kaybı” olarak gördük.

Ama beklenen o büyük an bir türlü gelemedi. Devrim olamadığı gibi yakınından, uzağından bir esinti de gelmedi — 15-16 Haziran’ı saymazsak. Tabii o da son analizde sendikal haklar için girişilmiş bir protesto eylemiydi.

Siyaset her zaman böyleydi ama şimdi tamamen böyle: Bir ittifaklar manzumesi. Daha çok “sivil toplum” mücadelelerinden çıkmış bir terim var: “issue based”. Yani “bir sorun üstüne” gibi bir anlamı var. Diyelim siz sosyalistsiniz, komşunuz “Osmanlıcı”. Ama “Kanal İstanbul” projesinden ikiniz de hoşnut değilsiniz. Kanal sözkonusu olunca birlikte davranabiliyorsunuz. Konu değişince anlaşamıyorsunuz, herkes kendi yoluna gidiyor. Çağımızda bu çok yaygın. Sosyalizm, liberalizm gibi geniş çaplı, uzun vadeli siyasi programları olan partiler tek tek sorunlar sözkonusu olduğunda daha pragmatik, kısa vadeli çözümlerde yan yana gelebiliyorlar. İttifaklar uzun vadeli, kısa vadeli olabiliyor. 

Sorun, toplumu adım adım demokratikleşme yoluna çekebilmek — kurumsal düzeyde, sözgelişi İstanbul Sözleşmesi gibi nesnel, bağlayıcı adımlarla. Ama asıl, bu değerleri zihinlerde perçinleyerek. Örneğin, her zaman söylediğim bir şey: Avrupa Birliği’nde sorunsuz yer alacak demokratikleşme derecesine gelin; AB içinde olup olmamanız hiç önemli değil.

Bu bilinen şeyleri niçin yazmak gereğini duyuyorum? Yıllardır bitmeyen “Yetmez ama evet” saldırılarından ötürü. Neydi o konu?

AKP seçime girerken bir de Anayasa değişikliği öneriyor ve oylamaya ikisini birden koyuyor. Olabilecek bir şey. Değişiklik hukuk aygıtıyla ilgili. 12 Eylül’ün anayasasına koyduğu birtakım anti-demokratik hükümleri değiştiriyor. Bugün bu hukuk işlerine baktığımızda 12 Eylül’den de beş beter bir durumdayız. Ama o oylamada önerilen bu şimdiki yapılanma değil. Bunu daha sonraki oylamalarda bu noktaya getirdiler. O referandumda varolan durumu bir ölçüde düzelten bir düzenleme getirmişlerdi. “Yetmez ama evet” sözü de bu duruma çok iyi uyuyordu. Ben kendi hesabıma, 12 Eylül yasamasını savunma gereği ya da ihtiyacı duymuyordum. Işığın geldiği gediği iki santim daha genişletebiliyorsan bunu yapmaya değer.

Yarın daha fazlasını yapmaya zemin hazırlar. Demokrasi mücadelesi çok yerde, bu arada bizim burada, milim milim ilerler.    

“Siyaset pratiği” toplumsal ilişkileri dönüştürmeyi hedefleyen eylemler bütünüdür, demiştim.  Daha demokratik yönde dönüştürmeye çalışanlar ya da bunun tersini yapanlar, hepsi işin içindedir. Ama bu arada toplumu değil de kendini dönüştürmek üzere siyasete girenler de vardır.

Bunlar genellikle “ya hep ya hiç” diyen kişilerdir. “Ben devrim istiyorum!” “Ondan aşağı hiçbir şeyle oyalanamam!” Filan hedef için falanca ile ittifak kurmak önerilirse şiddetle itiraz ederler, çünkü o falanca şöyle yozdur, böyle kötüdür v.b. Bu pozisyonda insanlara doğru görünen tek tavır vardır: boykot. Boykot ederek temizliğini korumuş olursun, ama kendini de adım adım, yok edersin.

Neyse, daha fazla uzatmayayım.