Sosyal Medya ve Ümitsizlik Rejimi
Sezen Ünlüönen

Bir Twitter hesabı açalı aylar oldu ama hala alışamadığım bir yanı: Siteye bir giriyorsun, önüne anında yardım isteyen bir sürü insan düşüyor. Aylardır, hatta senelerdir iş arayanlar, hastalar için kan bağışı, sokak hayvanlarını ameliyat ettirmek için maddi destek... İhtiyacın boyutu ile bireyin elinden gelen arasındaki uçurum insanı çaresizlik hissi ile dolduruyor.

Geçenlerde yine böyle bir yardım çağrısı: “Kızım filanca bir haftadır kayıp, lütfen bunu paylaşarak bu acılı babaya kızını bulması için yardım edin.”

Al takkeni önüne düşün bakalım: paylaşacak mısın, paylaşmayacak mısın? Ülkenin sosyal ve kültürel iklimi öyle bir halde ki, bu yardım çağrısı gerçekten kızı bir şekilde “kaybolmuş,” ve güya balkondan düştüğü, güya sevgilisine şantaj yaptığı, güya bir kabahat işlediği için kaybı resmi kurumlarca görmezden gelinmiş bir babadan da geliyor olabilir; kızı kendi otoritesine boyun eğmedi, kendine başka yerde başka bir hayat kurdu diye intikam almak için peşine düşmüş bir babadan da. İnsan düşünmeden edemiyor—keşke ülkede işi, ne bileyim, hani böyle, olur ya, suç iddialarını araştırmak, şiddeti önlemek, haksızlığa uğranan durumlarda adaleti tesis etmek olan kurumlar filan olsa. Benim sıradan vatandaş olarak oturduğum yerden vazifem bir genç kızın kaybına sessiz kalmakla ataerkinin erkini hayat geçirmeye yardımcı olmak arasında bir seçim yapmak mecburiyeti duymak olmasa.

Burada bahsettiğim temenni polisin, yargının, genel anlamda hukukun bireylerin katılımı ve denetimi olmaksızın kendi haline bırakıldıklarında adilane bir biçimde işleyebileceğine dair safdil bir inançtan kaynaklanmıyor. Ama bu katılım ve denetim mekanizmalarının dahi bu denli enformalize olmuş olması, ülkede kurumlara ve uzmanlara güvenin altının bu kadar oyulmuş olması görece yeni ve üstünde durulması gereken bir olgu olsa gerek. Ortalama vatandaşın kendisi birebir ve gün be gün takip etmezse genç bir kadını alıkoyup günlerce tecavüz ettikten sonra ölümüne sebebiyet verdiği yönünde kuvvetli deliller olan bir adamın salıverileceğini, kendisi bir şey yapmazsa köyünün yanı başında ekolojik yıkım yaratacak madenler işletileceğini, kendisi veri toplamazsa devletin salgın hastalık hakkında yalan söyleyeceğini düşünmesi, bunların her birinden sorumlu hissetmesi kayda değer bir durum. Marx’ın sabah “avcı” olmadan avlanılan, akşam “eleştirmen” olmadan düşünce üretilen ütopyasının acımasız bir parodisi gibi, bilhassa sosyal medya üzerinde,  sabah çevre mühendisi, öğlen savcı, akşam veri uzmanı olmak zorunda hissettiğimiz bir düzenin içindeyiz.

Bunun benim görebildiğim kadarıyla iki temel nedeni var. Birincisi liyakat mekanizmalarının hepten yok sayılmasıyla kurumlara ve uzmanlığa, o kurumları temsil ve teşkil eden kişilere olan güvenin bizzat iktidarın eliyle sarsılması. SODEV’in geçenlerde yayınlanan araştırması, araştırmaya konu olan genç nüfusun yüzde sekseninin torpilin yetenekten daha önemli olduğunu düşündüğünü gösteriyor mesela. Herhangi bir işin o işi iyi bilene değil, “tanıdığı” olana emanet edileceğini düşünmek o işe duyulan emniyeti de sarsıyor ister istemez.

Ama herhalde buradaki esas mevzu, devletin oluşabilecek muhalif enerjiyi, siyasi öznelik biçimlerini bu verimsiz ve ufuksuz kanallara sevk etmek yönündeki iradesi. Yoksa, hepimiz biliyoruz ki bazen (belki çoğunlukla) iktidar ile sıradan vatandaşın çıkarları çatışabilir; inşa edilecek bir kanaldan elde edilecek rant karşısında kurdun, kuşun, balığın hakkını savunmak sıradan vatandaşa kalabilir. Ama herhalde en azından teoride, kağıt üzerinde, sözgelimi tecavüzün kötü bir şey olduğunda hem sağın hem solun, hem iktidarın hem sıradan vatandaşın, hepimizin hemfikir olduğunu zannetmek istiyorum. Bu tür edimlerin cezasız ve takipsiz kalmasını bu nedenle çizgisel bir çıkar çatışması olarak okumak zor. Mağdurların elinde başvurabilecekleri tek adalet mekanizması olarak sosyal medyanın kalması, bu tür adaletsizliklerin ıslahının  ancak çok büyük kitlelerin çok uzun süreler mobilize edilmesiyle mümkün olması (binlerce kadının aylarca Şule Çet için adalet diye çırpınması, hala cevap alınamamış olan “Gülistan Doku nerede” sorusu), bir tek odakların doğrudan çıkarlarıyla açıklanabilecek bir şey değil zira.[1]

Burada, normal şartlar altında son derece basit olması gereken süreçlerin kasti olarak uzatılması, çapraşıklaştırılması ve yokuşa sürülmesi söz konusu belki de. “Halkı askerlikten soğutma” gibi “halkı canından bezdirmek suretiyle siyasi süreçlerden, siyasi öznelikten soğutma.” Ufku sürekli küçültüp geriye çekme; böylece kazanılan büyük zaferlerin ancak genç kadınlara tecavüz edip öldüren adamların hüküm giymesi ebadında olabilmesi.

Hal böyle olunca da bizler için böyle bir siyasi iklim içinde—bizzat yıldırmaya, bezdirmeye, bıktırmaya oynarken iktidar kartlarını—mücadelenin koşullarını, iktidarın belirleyip önümüze attığı hallerden daha farklı formlarda düşünebilmek elzem elbette. Ama daha küçük ölçekte, çaresizliğe kapılmamak, ümidini yitirmemek de her daim elimizden gelen bir mücadele biçimi.  Psikanalizde bir sorunun çözülebilmesi için ilk önce görünür hale gelmesi gerektiğine inanılır; bu olan bitene de belki öyle bakmak lazım.


[1] Bunları yazarken devletin ve toplumun temel yapıtaşlarından biri olan kadın düşmanlığı ile karşılıklı birbirlerini mümkün kılan kadın bedeni, emeği üzerine kurulmuş sömürü ağlarının birincil önemini asla yadsımıyorum, ama bu yazıda üzerinde durmak istediğim esas konu o değil.