Washington’da İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn arasında imzalanan “ilişkilerin normalleştirilmesi”ne yönelik anlaşmaya, Trump tarafından, üç semavi dinde de önemli olan Hazreti İbrahim’den yola çıkarak, Abraham Anlaşması (Accords) adı verildi. Anlaşmanın ismiyle üç din arasında denge, birliktelik ve barışı simgeliyormuşçasına sembollere gönderme yapıldı. Ortadoğu sembollerin çokça kullanıldığı, sokaktaki insanların sembollerle yönlendirildiği bir coğrafyadır. Ancak bu sembollerin, bölgedeki gerçekliğe, insanların adalet duygularına ve inançlarına hitap ederek karşılık bulması önemli. Bu çerçevede, anlaşmanın sadece kitleler nezdinde değil İsrail-Filistin barış sürecinde karşılık bulması zor. Diğer yandan Filistin meselesini çözmeye yönelik isteğin hem Filistin hem de Ortadoğu’da olduğunu söylemek de zor.
Ortadoğu’nun bir değişimin eşiğinde olduğu aşikâr; bu değişim sancılı olacağı gibi artık doğrudan Filistin meselesiyle de ilgili değil. Önümüzde yeni, bilinmez ve kaotik bir Ortadoğu’nun fotoğrafının bulunduğu bir dönemde, İsrail’in bu adımı, imzacı taraflar açısından belli seviyede “normalleşme” sağlayacak olabilir; ancak bölgede bir istikrar, barış ya da sükûnetin habercisi değil. Sadece İsrail’in Ortadoğu’da yeni iki “müttefik” elde etmesi anlamına geliyor. Bu dönemin en belirgin özelliği, geçmişte, başta Arap/İsrail sorunu olmak üzere Ortadoğu’daki sorunların “ana”sı olarak görülen Filistin sorununun giderek arka sıralara doğru düşüyor olması, hatta düşmesi.
Bugün aşikâr olan Arap monarşilerinin, seçilmemiş liderliklerin, Filistin meselesini artık bir yük olarak görmeleri; bu sorunun Araplar için birleştirici olmaktan çok, giderek enerji kaybına yol açan, ABD-İsrail ekseninde, barış masasında makul bir çözümle kazanılacak bir mücadele olarak görülememesi. Arap, İsrail sorunu 1997’de Camp David’de Mısır ile yapılan anlaşma sonucunda Arap milliyetçiliği, kimliği zeminindeki birleştiriciliğini yitirmişti. Bununla birlikte o yıllardan bu yana bölgedeki yönetimler Arap sokaklarını bu dinamik üzerinden istismar etmeyi, Filistin meselesini “araçlaştırmayı” bırakmamışlardı. Mücadele Filistin’in özgürleşmesinden çok, İsrail ile ilişkilerin normalleşmesi üzerinden yürümüştü. Diğer yandan yönetimler kendi baskıcı varlıklarını Filistin mücadelesine verilen sözümona destek ile örtmeye çalışmışlardı. Bu durumun Körfez versiyonu da yıllarca Filistin’deki üst kademelerden arta kalan cüzi miktardaki finansal yardımlarla Filistin halkının “açlığına” çare olmak gibiydi.
Yönetimler artık bu meseleyi sıcak tutmanın kitleler üzerinde bir etkisi olmadığını düşünüyor olabilir, haklı da olabilirler. 1967’deki 6 Gün Savaşı sonrası Yaser Arafat’ın Filistin’in Arap ülkeleri aracılığıyla değil kendi ayakları üzerinde durması gerektiğini önceleyen “Arapların Birliği Filistin’in özgürlüğünden geçer” şiarı bugün yine doğrulanmış, ancak çok geç kalınmıştır; artık Arapların birlik için ne motivasyon ne de istekleri söz konusu. Üstelik bölgedeki gerçeklikler ve dengeler tamamen değişmiş durumda.
İsrail, BAE ve Bahreyn arasında imzalanan anlaşmanın motivasyonu ve birleştirici unsurunun Filistin değil, İran tehdidi olduğu çokça yazıldı. Bu da Trump yönetiminin bir başarısı olarak görülebilir. Özellikle Suudi Arabistan ve Mısır öncülüğünde başlayan, ardından Körfez ülkelerini de içeren İran tehdidi politikası nihayet bir anlaşmayla sonuçlandı. İsrail ise kendisi için her zaman tehdit olarak gördüğü Arap ülkelerini, yine kendine tehdit olarak gördüğü İran karşıtlığı paydasında birleştirdi.
İsrail, Filistin sorununu çözmek gibi bir niyetinin olmadığını; dayatma zorlama ve fiili durum yaratarak kabul ettirmeye çalışırken Trump’ın “Yüzyılın Anlaşması” olarak adlandırdığı metinde Ürdün ve Mısır sınırına sıkıştırılmış bir Filistin stratejisinin önemli bölümü tamamlanmış gibi. İsrail, Filistin’le bir barış imzalamaya ihtiyacı olmadığını çok açık bir biçimde ilan etti. Nitekim son atılan imzalarda Filistin’in olmaması, hatta adının bile anılmamış olması da bunun göstergesi. Bu nedenle İsrail’in ortak tehdit üzerinden Arap ülkelerinde açtığı gedik, Irak, Suriye’den sonra İran’ı da devreden çıkararak yeni Ortadoğu düzenine yelken açmayı hedefliyor; yani İsrail bir dönem ”Arap denizinde bir ada” iken şimdi bu denizde yelken açan bir devlet olmak istiyor.
İsrail ile Arap ülkeleri ilk kez masaya oturup imza atmıyorlar. Camp David’de Mısır-İsrail Antlaşması, ardından Oslo Antlaşması, Ürdün ile yapılan antlaşmalar, taraflarca kendi açılarından belli kazanımlar içerirken imzalar liderler tarafından atılmıştı. Geçmişte Mısır ve Ürdün’ün yaptığı anlaşmalar toprak karşılığı barış adına yapılmış, bu ülkeler kendince kazanım elde etmişlerdi. Oslo sürecinde Filistin ise en azından “bir olasılık üzerinden” yoluna devam etmişti, her ne kadar sonu hüsranla bitse de. Bugünden bakınca bu süreçlerden İsrail’in ne kadar kârlı çıktığı ortada. Oysa şimdi “normalleşme” adı atlında atılan imzaların tarafı olan iki Körfez ülkesinin İsrail ile ne sınırı var, ne herhangi bir toprak üzerinden bir pazarlıkları, ne de Filistin meselesi ile ilgileri.
Bugün Trump’la birlikte kamera karşısına çıkanlar, Körfez ülkelerinin liderleri bile değil. BAE ve Bahreyn’in liderleri, kralları, Arap dünyasında görülmek istemiyorlar, sanki anlaşmayı kabul edenler onlar değilmiş gibi. Utandıklarından, mahcup olduklarından değil, kendilerinin oluru olmadan yaprak kımıldamadığı bilinen baskıcı rejimlerin ikiyüzlülüğü ve çürümüşlüğünden… Özellikle BAE’nin bu anlaşma ile ABD-İsrail korumasında silahlanacağı söylenirken, BAE’nin hâlihazırda yaklaşık 10 yıldır İsrail ile farklı silah alışverişleri olduğu da biliniyor. Yani, Filistin meselesinden bu kadar uzak iki Körfez ülkesinin bölgedeki normalleşme ya da barışa nasıl hizmete edeceği artık bir soru işareti değil. Hatta, bu iki Körfez ülkesinin Suudiler olmadan kendi başlarına hareket edemeyeceği de biliniyor. Manzara hazin olmakla birlikte, Ortadoğu’daki “düzenin” kısa vadede nasıl işleyeceğinin de göstergesi. Arap ayaklanmalarının “korkusunu” hâlâ üzerinden atamamış, halkına güvenmeyen, demokratikleşmekten kaçınan bu rejimlerin Filistin meselesiyle uğraşmak gibi niyetleri yoktur.
Öte yandan madalyonun diğer yüzünde Filistin içindeki bölünme, yıpranmış liderlikler, bölünmenin yarattığı yılgınlık, ortak bir Filistin hareketinin ortaya çıkamaması, Filistinli yeni nesillerin eskimiş bürokratik aygıtlar tarafından engellenmesi, Hamas/El Fetih arasında sıkışan kitlelerin umutsuzluğundan söz edilebilir. Oysa kitlelerin imkânları olduğu takdirde bu iki yapıyı da aşacağı kuşkusuzdur. Bugün Filistin’i resmi ya da gayri resmi temsil eden iki hareketin “nasıl bir Filistin” üzerinde anlaşamaması, Filistin yönetiminin olan biteni okuyamaması, bölgede siyasî İslâm’ın iflas etmesi, İhvan hareketinin bu dönemlik ömrünün tamamlandığının farkına varılamaması söz konusu. Ancak anlaşmanın ardından eleştirilebilecek son halk Filistin.
“Bunun bir barış değil normalleşme anlaşması” olduğunu söyleyenler çıkacaktır. Nitekim anlaşmanın hiçbir yerinde Filistin yok, ama Filistin adına atılacak adımlar var. Üstelik Filistin isminin geçmediği, tenezzül edilmediği, Filistin’in taraf olarak görülmediği bir anlaşma bu. Söylemek gerekir ki, adaletsiz bir dünyada bu eğer bir başarıysa, maalesef İsrail’in bir başarısıdır. Çünkü İsrail için “Yeni Ortadoğu’nun şafağı” sökmektedir.
Burada İsrail hangi uluslararası ihlalleri yaptığı, hani anlaşmalara uymadığını, reddedilen BM kararlarını sayacak değiliz. İsrail bu reddiyelerle bugüne kadar geldi. 1993’te imzalanan Oslo Antlaşması’na uymadı. Çünkü barış gibi bir niyeti yoktu. Objektif açıdan, 2002’de Suudi Arabistan öncülüğünde açıklanan Arap İnisiyatifi’nin belki de bugüne kadarki en ileri teklif olduğu unutuldu; 1967 sınırlarında başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin devleti karşılığında Arap ülkelerinin İsrail’i tanıma şartı kabul edilmedi. Bugün baktığımızda İsrail açısından tüm bunların gerekçelerini görebiliyoruz. Hiçbir taviz vermeden sadece almak ve yok saymak üzerine bir politikanın Ortadoğu’daki darmadağınık manzara karşısındaki başarısı ortaya çıkıyor.
İsrail, Filistin meselesinde hiçbir zaman iki ya da tek devleti bir çözüm olarak istemedi. Bugün yapılan da bu. Normalleşmenin karşılığında İsrail’in Judeha ve Samara olarak adlandırdığı işgal altındaki Batı Şeria’nın tamamını, ardından Golan’ı ilhakını içeren bir durumla karşı karşıyayız; imzalanan anlaşmayla bu ilhakları bir süreliğine durdurmak “lütfunda” bulunmak da normalleşmenin bir parçası.
Filistin’i bir sorun olarak görmek istemeyen Arap ülkelerinin sayısı artıyor. Son 10 yılda Suriye, Yemen, Libya gibi ülkelerde olanlara bakılırsa, Arapların ya da Arap Birliği’nin Filistin meselesine yaklaşımları daha iyi anlaşılabilir.
Bu nedenle bu ne bir barış ne de bir normalleşme anlaşmasıdır. Olan biten Arap-İsrail anlaşmazlığını Filistin parantezinden kurtarma girişimidir. Trump’ın söylediği gibi, belki Ortadoğu yeni bir şafağın eşiğinde olabilir. Ancak bu şafak sanki İsrail’e doğmaktadır. Oysa “Yeni Ortadoğu” o kadar bilinmezle dolu ki, bölgede akşamın sabahında neler olabileceğini tahmin etmek kolay değil. Ortadoğu’daki bu bilinmezlik sadece İsrail değil farklı niyetlerle hareket eden tüm bölge ülkeleri için geçerlidir.