Bu teşhisi koyanlar çoğaldı: “AKP iktidarının bütün varoluşunu ve düşünce biçimini belirleyen bir “temel içgüdü” var, iktidarda kalmak.” İç politikada böyle, dış politikada da böyle.
Muktedir ittifak kaybediyor. Kaybediyor ama AKP bugün de açık arayla birinci parti. Ekrana yansıyan son ankette de CHP yüzde on beş gibi rakamlarda dolaşıyordu. Bunu doğrusu şaşırtıcı buluyorum. “Tek-parti” kabusu, onunla ilgili hiçbir şey hatırlamasına imkan olmayan genç seçmenlerde de yaşamaya devam ediyor demek ki. Bu da ancak “toplumsal bellek”le açıklanabilir.
Ancak CHP’nin bugünkü sorunu seçmen kitlesinin sınırlı kalmasından, artmamasından ibaret değil gibi görünüyor. Bugünkü seçmeni azalmadan elde tutmak da mümkün olmayabilir. Çünkü bugünün özel ve zor koşullarında CHP’nin de kendisiyle ve tarihiyle hesaplaşmasının zamanı gelmiş olmalı. AKP iktidarında bunun olmaması, olmasından daha çok yadırganacak durum olurdu. Dünyanın birçok toplumunda, Marksist terminolojinin “temel çelişki”sinin kimle kim, neyle ne arasında olduğunu sorarsanız, beklenir cevap “burjuvazi ile proletarya arasında olur, olunca da yadırgatmaz. CHP’nin egemen olduğu Türkiye’de ise herhalde “memurlarla esnaf arasında” biçimini alabilirdi. “Batılı olan/olmayan”, “laik/mütedeyyin” gibi karşıtlıklar hep CHP Türkiyesi’nin fenomenleridir ve antagonistik muhatabı da AKP siyasi erkanıdır. Dolayısıyla şimdi AKP iktidarında CHP’nin (Baykal başkanlığında doruk yapan) bürokratizminden gına gelmiş olanlar “değişim” diyerek ayaklanmak isteyecek, bildik muhafazakar CHP de “partimizin özüne ihanet ediyorlar” diye karşı atağa geçeceklerdi. Devletin kurucusu, milletin otoriter babası CHP’nin “ebedi şefli/milli şefli” bir tarihi var. Epey insana epey bir şey yaşattığı CHP’nin bugünkü oy potansiyelinden anlaşılıyor. Ama bu CHP günün birinde “sosyal-demokrat” olduğunu ilan etmiş (sadece “ilan etmiş”, nasıl olduğunu hiç açıklamamış, “hep böyleydim” demeye getirmiş; bu davranışıyla sosyal-demokrasinin yanlış anlaşılmasına da yol açmış). Dolayısıyla Türkiye’nin ilk olarak solla tanışmasını da elinden geldiğince sabote etmiş. Ama birçok insanın zihninde bir “sol alternatif” olarak yer etmiş. Bu iki olmadık ucu da “Atatürk” diyerek bir arada tutmayı başarmış. Bu açıklamasız eklektizmin bir yerde bir hesaplaşmaya girmesi kaçınılmazdı. Bunun da beklenmedik AKP iktidarında gerçekleşiyor olmasının bir mantığı var.
“Muktedir ittifak kaybediyor” demiştim yukarıda. Evet, öyle, ama beklendiği kadar hızlı değil. Çünkü iktidar kaybediyor, ama muhalefet kazanamıyor ya da yeterince hızlı kazanamıyor. Bu “yavaşlık” Türkiye toplumunun siyasi alışkanlıklarından da etkileniyor. Şunu demek istiyorum: bu kadar kötü bir iktidarın hala bu kadar yüksek denecek bir oy potansiyeline sahip olması her yerde göreceğimiz bir durum değil. Bunun başlıca nedeni, iktidara güvenmekten çok, muhalefete uzun boylu güven duymamak olmalı. Bunun da iki ana kaynağı var. Birincisi belki ekonomi. İktidarın belini asıl büken ekonomik başarısızlığı. Ama, “kim düzeltecek?” sorusunun doyurucu bir cevabı halen yok. Bu da ciddi bir durum çünkü bu bataktan nasıl çıkılır, gerçekten zor soru (Tabii, “o halde onlar devam etsin” diyecek bir durum değil).
Ekonomi halkın iktidara soğumasının daha belirleyici gerekçesi olabilir ama siyasi durumun da elbette bir payı var—olmalı. Burada temel sorun, bana, muhalefetin dağınık durumu gibi görünüyor. Oyların bu kadar dağıldığı bir ortamda, ne yapacaklar da iktidarın karşısına yekpare bir “demokratik blok” olarak çıkacaklar?
Bu türden sorular sorulmaya başlandığında gözler (ve akıllar) HDP’ye doğru dönüyor. Yeni yasal düzenlemeler (bunların da yenisi çıkana kadar) seçimde “ittifak” stratejisini zorunlu kılıyor. İktidarın ittifakı belli. Bunun değişeceğini (örneğin Devlet Bahçeli’nin Kemal Kılıçdaroğlu’nun çağrısına kulak vereceğini) hiç sanmıyorum. Muhalefetin ittifakı, HDP’den ötürü, belli değil.
Bu konu epey konuşuldu ve konuşuluyor. İçinde HDP’nin sağlam bir şekilde bulunmadığı bir ittifakın herhangi bir şey kazanacağını sanmıyorum. Ama hep birlikte gözlemlediğimiz gibi, özellikle İyi Parti böyle bir şeye gönüllü, dolayısıyla hazırlıklı değil.
Sorun demokrasi. Muhalefette olan herkesin bildiği, iktidar tarafında olan herkesin de bilip söylemediği gibi, Türkiye popülist-Faşist (ve elhamdülillah Müslüman) bir diktatörlüğe doğru emin ve oldukça hızlı adımlarla ilerliyor. Herhangi bir parti, herhangi bir ya da birden fazla nedenle HDP’den hoşlanmıyor olabilir. Bu partiyle yakınlaşma fikrinden hoşlanmıyor olabilir. Ama alternatifinin ne olduğunu az önce yazdım.
HDP Kürt partisi, değil mi? Öyle. İyi Parti de, “Türk” partisi. Dediğim şu durumu bu etnik (dolayısıyla “doğuştan”) kimlikler belirliyor. Oysa asıl sorun “demokrasi/faşizm” kutuplaşmasında. Bunu böyle görmemekte ya da görse de buna göre tavır almamakta direnen yurttaşlarımız var, sayıca az da değil. Bu da zaten toplumun siyasi kültürü ve geleneklerinin sonucu. Bu nedenle, burada önemli bir “durduru”nun toplumun kendisinden geldiğini söylüyorum. Düzenli seçimlerle iktidarın belirlendiği toplumlarda siyasi partiler toplumun derine inen yargılarına (ve önyargılarına) aldırış etmeden davranamazlar. Tamam, siyasi parti de toplumu önyargılarından uzaklaştırmak üzere bir şeyler yapmalıdır; ama bir yere kadar olur bu. Toplum, “tabula rasa” değildir. Doğru ya da yanlış, bütün bir tarih yazılmıştır zihnine.
Uzatmayayım. Zaten konuşup durduğumuz konular. Şunu söyleyip bitireyim: AKP ve Erdoğan toplumu kararlı bir biçimde “demokrasi/faşizm” yazılı yol ayrımına getiriyorlar. Burada, çok da uzak olmayan bir zamana, dananın kuyruğu kopacak. İbrenin “demokrasi” tarafında durması, birbirleri hakkında düşünceleri ne olursa olsun, “demokrasi” diyenlerine nerede, nasıl duracaklarını bilmesine bağlı. Bu bilindiğinde Türkiye kendini faşist “kader”den kurtarabilir (bu, daha birçok ciddi mücadele olmayacağı anlamına gelmiyor) ve hatta bunca deneyimden sonra pekala eli yüzü düzgün bir demokratik düzen de kurabilir.
Bunu beceremezsek, başımıza gelecekleri getirene lanet etmekle uğraşmayalım. Olanı kendimiz getirdiğimizi unutmayalım.