Bir devirde sağın kontr-Sartre’ı işlevini gören muhafazakâr-liberal düşünür Raymond Aron 1955’de yazdığı Aydınların Afyonu’nda, ‘aydın kültürlerini’ mukayese etmiş. İskoç yazar D.W. Brogan’ın “Biz Britanyalılar entelektüellerimizi fazla ciddiye almayız” sözünü beğenerek aktarıyor. Aydınlara yaklaşımda, bir uçta, yazarların siyasi kanaatlerine muazzam hayranlık bahşedilen, aydınların aşırı önemsendiği Fransa durur, Aron’a göre. Öteki uçta, pragmatizmin militan anti-entelektüalizmi tahrik edebildiği Amerika durur. İngiliz orta yolu, fazla takmamak, ona göre en iyisi.[1]
‘Biz’ burada “entelektüellerimize” nasıl bakıyoruz peki? Kötülüklerden bir ideal tertip olabilir mi? Militan bir anti-entelektüalizmle hayata küstürmek, tavır alışlarını aşırı önemseyip hain ilan ederek ezmek, gerçekten ne söylediklerini ise pek ciddiye almamak.
***
Besim Dellaloğlu, geçen yaz gazeteduvar.com’da Türkiye’de aydınların sosyolojisi üzerine bir dizi gözlem-yorum yayımladı. Tartışmaya değer birçok dikkatler içeren bu yazılardan burada bir izleği devam ettirmek istedim: aydın düşmanlığı veya anti-entelektüalizm. (Başka izleklere de değinmeye fırsat olur diye umarak.)
***
“Entelektüelin sosyolojisi” başlıklı yazısında doğrudan anıyor bu meseleyi Dellaloğlu, fakat aslında bütün yazılarının arka planında kendini hissettiriyor.
Önce, kavrama süzgeç tutalım. Aydın düşmanlığı, anti-entelektüalizmin eş anlamlısı gibi kullanılıyor genellikle. Tam aynı mı? Önemsiz olmayan bir ince ayrım yok mu? Anti-entelektüalizm, hakikatten-hayattan-halktan-pratikten uzaklaştıran yabancılaştırıcı-yozlaştırıcı bir soyut, seçkinci, züppe iş olarak görülen entelektüel faaliyetin küçümsenmesi, alaya alınması, aşağılanmasıdır. Aydın düşmanlığı, kibirli veya seçkinci veya ukala veya lüzumsuz addedilen bir zümre olarak aydınlara kötü gözle bakmaktır. Anti-entelektüalizm fiili, aydın düşmanlığı özneyi hedef alıyor. Kuşkusuz alâkalılar, kol kolalar. İkincisi, husumet duyduğu fiilin öznesini bir isim, bir ‘kimlik’ olarak işaretliyor. Düşmanlık da, karşı ve/veya “onun yerine” olmayı anlatan “anti”den fazlasıdır. Kısacası, anti-entelektüalizmin Türkçe eş anlamlısı olarak kullanılan aydın düşmanlığı kavramının, fazladan bir hiddet ve celâl barındırdığını düşünebiliriz.
***
Zamanımızda, anti-entelektüalizm cihanşümûl bir güç kazandı. Sürekli popülizm sendromundan bahsedilmesinin güçlü dayanaklarından biri bu değil mi? Bir tarz-ı siyaset, bir üslûp olarak popülizmin bariz alâmetlerinden biri, anti-entelektüalizmdir. Her şeyi bildiğini sanan sözüm ona uzmanlara, kalem efendilerine aldırmadan, halkın nabzını tutarak “harbi” konuşma...
Post-truth denen çığır da anti-entelektüalizmin pınarıdır. Hakikatin anında imal edilebildiği ve çoğaltılabildiği, bilginin kanaat tarafından ikame edildiği çağda akıl-fikir, tamamen “serbest,” yani başı boş hale gelmiş durumda. “Epistemolojik popülizm” de diyorlar, uzmanlığa, vukufa falan bakmadan atıp tutma serbestisine.[2] Herkes, inanmak, bağlanmak istediğine uygun “bilgi” ve “argümanı” haplar halinde bol bol bulabilir. Sorgulamaya, eleştiriye, tartışmaya çalışmak, doğrusunu, incesini araştırmak, iyicil bakışla lükstür, eksikliği hiç çekilmeyen kötücül bakışla ise alay konusu, kafa karıştırıcı, şüphe tohumları ekici, suyu bulandırıcı, hainlik. Tam teşekküllü anti-entelektüalizm.
Entelektüel emeğin prekarizasyonunu de hesaba katmalıyız. Entelektüel emeğin vasıfsız, geçici, güvencesiz, uyduruk işlerde istihdamı, onu değersizleştiriyor. Akademi ‘sektöründe’ bile! Entelektüel emeğin bizzat kendi öz değer duygusunu aşındıran bu maddî süreç, anti-entelektüalizmin belki en güçlü dinamiğidir.
***
‘Bizde,’ fazladan neler var? Besim Dellaloğlu “entelektüel kamusal alanın darlığı”ndan[3] söz ediyor, haklı.
Neden dar kaldığını hatırlayalım. Entelektüel faaliyetin, modern entelektüellerin ilk yetiştiği zamanlardan itibaren had safhada araçsallaştırılmasını anmalıyız herhalde önce. Yusuf Akçura’nın, sosyoloji öğrenimi gördüğünü söyleyen Mehmet İzzet’e “bize sosyolog değil demirci lazım” ayarı verişi, sevilen bir anektoddur. Akçura’nın Paris’te soğuk dökümcülük değil sosyal bilim tahsil ettiğini unutmayalım. Entelektüel “lüzumsuzluğa” karşı uyaranlar, genellikle kendileri de entelektüel faaliyetle iştigal edenlerdir.
Uzatmayalım; milletleşmeye, modernleşmeye, tekniğe gecikmiş olma telâşının, hızla telâfi ihtiyacının, düşünceye yaklaşımda araçsallığı, faydacılığı, âcilciliği kurumsallaştırdığını biliyoruz. Entelektüel, ayrıntı şeytanıdır ve bu “gerisi teferruattır” fanatizminin ortasında hayatı zordur. Eleştirel bakışın kendine alan açması zordur. “Eleme” filinden türeyen, elekten geçirmek, ince eleyip sık dokumak anlamına gelen eleştiri kelimesi yergi-kınama manasında kullanılıyor ya - entelektüellerin dilinde bile öyle.
Merakları kaynağında boğan, öğrenmenin zevkle bağlantısını kesen eğitim “sistemi,” bu göreneğin devamını sağlıyor.
***
Bahsettiğimiz araçsallık, faydacılık, âcilcilik, devlet-millet uğrunadır. Entelektüel kaynakların bekası ve ihyâsı için akıtılacağı hazne, odur. En azından “sosyolog değil demirci lâzım” diyen sosyologlar öyle düşünüyordu ve güç onlardaydı.
Cumhuriyetin ilk on yıllarında, entelektüeller veya “okumuşlar,” genel olarak, kıymetli sayıldılar. Muhalif aydınlar da zulme uğrasalar bile aslında kolayca kazan dışı sayılmadılar, belirli bir hürmet gördüler. Bunun, entelektüellerin mahdut ve seçkin bir zümre olmasıyla, “kıt kaynak” teşkil etmeleriyle ve hizmetlerine ihtiyaç duyulmasıyla ilgisi var. Devletin okumuşlarından eninde sonunda istifade edebileceğinin, hem devlet hem halk nezdinde bir ihtimal olarak gözetildiğini söyleyebiliriz. Neticede üst kattakilerdendi bunlar; bugün idbarda olsalar bile yarın ikbale yükselebilirlerdi.
Bu tablo, herhalde 1960’lar/1970’ler dönümünde ivme alarak, değişti. Entelektüel kaynağın nicel bakımdan bollaşmaya başlaması, bu değişimin bir âmilidir. Muhalif aydınların muhalefetinin nicel ve nitel bakımdan sindirilemez hale gelmesi de bunun bir âmilidir. “Anarşi”nin faili olarak işaretlenen “talebeler”in, okumuşlara açılan kredisi kesildi. Bu itibar kaybı, 12 Eylül’de mühürlendi. “Anarşik” talebelerle beraber, onları hoş gören “sözde aydınlar” da itibardan düştüler. “Sözde aydın” ithamı, okumuşların sadakatini yoklamadan geçirmenin ve onlara meşruiyet bahşetmenin ölçeği haline geldi. Aşağıdakiler de, -zaten çoğalan ve statüleri sıradanlaşan- okumuşlara istisnasız hürmet etmeleri gerekmediğini bellediler. “Sözde aydın,” devletin kendi işine koşamadığı aydınlara yönelik, aşağıdakilerin de “seçkin” olarak gördüğü (aslında bu mevkiini yitiren) bir zümreye yönelik hıncının kanalize edildiği hedef oldu. Anti-entelektüalizm ile aydın düşmanlığı arasındaki nüansı hatırlayalım. Aydın düşmanlığının anti-entelektüalizme ilave ‘katkısını,’ burada görebiliriz.
Barış İçin Akademisyenler’e yapılan muamele, yeni başlayanlar için sıkıştırılmış özet gibiydi.
***
Besim Dellaloğlu’nun yazılarının ilk ikisi, solcu ve sağcı aydınların krizi hakkındaydı.[4] Anti-entelektüalizmin bir kaynağı olarak “entelektüel kamusal alanın darlığı” meselesini bununla da bağlantılı düşünelim.
Sağ-sol ayrışmasının tebellür etmediği 1950’lere hatta 60’lara kadar, yine de sağcı-solcu diye ayrıştırabileceğimiz aydınlar arasında az çok ülfet olduğunu söyleyebiliriz. Tuncay Birkan’ın Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri kitabında (Metis, 2019) da bunu görürüz. Birbirleriyle tartışabiliyorlardı, birbirlerini izliyor, tanıyorlardı – şahsen tanımayı değil kabullenmeyi kastediyorum ama genellikle şahsen de tanıyorlardı.
Entelektüel zümrelerinin ayrışması, tartışma zemini kalmamasını, öteki tarafın meselelerine kayıtsızlığı beraberinde getirdi. Koyulaşan husumetle, gıyabında, ‘üzerinde’ konuşmak bile nadirleşti. Bu da, -en önemlisi saymayabilirsiniz-, entelektüel kamusal alanın daralmasının âmillerindendir.
Dellaloğlu’nun solcu-sağcı aydınların krizleri bahsine de bir ucundan girmiş olduk böylece. Solcu-sağcı diye özetlediğimiz taraflar arasındaki husumetin ağırlığı ve alış verişsizliği, başlıbaşına, hem anti-entelektüalizme hem “aydın” imgesinin itibar kaybına katkıda bulundu.
Bunda, -yine Dellaloğlu’nun mukayeseciliğini sürdürerek-, kusurları tartalım. Soldaki kusur, uzun süre aydın olmanın bizatihî sola mahsus bir meziyet addedilmesinin getirdiği zımnî kibirdir. Buna bağlı olarak, sağın “konuları” sayılan alanlara bigâneliktir. Bu bigânelik, -Marksizmin kendini formda hissettiği dönemlerde fazladan özgüvenle de birleşerek-, kimi alanlarla ilgilenmeyi fuzuli sayan, “aslolan” dışındaki konularda derinleşmeyi küçümseyen anti-entelektüalist bir tutumu besledi.
Sağdaki kusur, anti-komünizmin cinnetli güdümünde, sol aydınları gerçekten marazî bir şekilde düşmanlaştırmasıdır. Bu kampanya, 19. yüzyıl Batılılaşma tecrübesinde üretilmiş olan yabancılaşmış, taklitçi, yoz, züppe aydın karikatürünü, çöp adama dönüştürdü. Bu garez, solun aydın/entelektüel makamını kendine tahsisli saymasına yönelik reaksiyondan da besleniyordu. Acınası-komik olmaktan öte nefretlik bir portre olarak çizilen “solcu aydın,” tehdidin-tehlikenin ve hıyanetin müstesna bir kaynağı ve faili sayıldı. Solun husumet söyleminde “sağcı aydın” diye bir nişangâh yoktur, sağın nefret listesinde ise “solcu aydın” her zaman ilk üçtedir. Çok zaman da birinci sıradadır; zira hıyanetin diğer aktörleri de “solcu aydın” tarafından kışkırtılmış, ayartılmış sayılırlar, hem bu paternal-çocuksu inanış millî bünyemizin aslında sağlam olduğu müddeasını takviye eder. Velhasıl, “sağcı aydın,” “solcu aydın”a yönelik nefrete çok duygusal yatırım yapagelmiştir.
Yani kestirmeye sapacak olursak, şunu söylerdim: Anti-entelektüalizm, solda da pekâlâ rastlanan, kendi özgül kaynakları olan genel bir zaaftır; onun takviyelisi, ‘sunturlusu’ olarak aydın düşmanlığı ise, esasen sağcı bir söylemdir, sağcı aydının itiyadıdır.
[1] Im Kampf gegen die modernen Tyranneien (Verlag Neue Zürcher Zeitung, 2011, s. 32.
[2] akt. Benjamin Moffitt: Popülizmin Küresel Yükselişi. Çev. Onur Özgür. İletişim Yayınları, 2020, s. 141.
[3] https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/08/20/entelektuelin-sosyolojisi/
[4] https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/06/04/solcu-aydinin-krizi/ ; https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/06/11/sagci-aydinin-krizi/