“Kimsenin ilham perisi olmaya vaktim yoktu. Aileme isyan etmekle ve sanatçı olmayı öğrenmekle meşguldüm.” Böyle demiş Leonora Carrington ta 1983’te kendisiyle yapılan bir söyleşide. “Sürrealistlerin kadınları” üzerine yazılıp çizilen onca şeyden sonra iyi geliyor, değil mi? Hani o çocuk-kadın, güçlü cinsellik/zayıf benlik, varlığıyla ilham veren, rüyaları ve sanatı kışkırtan, yersiz yurtsuzluğuyla yeni bir yurdun bedenine dönüşen…
Whitney Chadwick, (https://www.amazon.com/Artists-Surrealist-Movement-Whitney-Chadwick/dp/0500276226) sürrealist hareketle ilişkilenmiş kadınların izini sürerken, durmadan tekrarlanan bir tema dikkatini çekmiş: “Tabii ben gerçek bir sürrealist sayılmazdım”! Sergilere katılmış, harika işler üretmiş de olsalar, kendilerini “gerçek sürrealist” olarak görmemişler. Gerçek sürrealistler, Breton’un merkezinde olduğu dar bir erkekler topluluğuymuş anlaşılan. Mesela Remedios Varo (kendi ülkesi İspanya dışında pek az tanınan, olağanüstü bir ressam) demiş ki, “Bazen sergilerine birkaç işle katıldığım oldu ama benim konumum, çekingen ve mütevazı bir dinleyicilikti. Ne yaşım ne de özgüvenim Paul Eluard, Benjamin Peret ya da Andre Breton’la karşılaşmaya yeterdi. Bu müthiş zeki ve yetenekli insanları ağzım açık dinlerdim. Onlarla birlikteydim çünkü belirli bir yakınlık hissediyordum.”
Sürrealizmi önceleyen Dadaizm akımı içinde mesela Hannah Höch gibi müthiş bir sanatçının varlığına karşın, akımın bir pisuvarla hatırlanması gibi, sürrealizmin de erimiş saatlerle bilinmesinde derin bir haksızlık yok mu? Dadaizmin dünyayla derdini anlatmanın en iyi yolu fotomontajdı bana kalırsa, Höch’ün Cut with a Kitchen Knife’ı bütün hikâyeyi anlatır. Ama pisuvar. Tabii. Sanat tarihinin akışını değiştiren o pisuvar.
Sürrealistlerin rüyalarıyla, erimiş saatlerle, genç kadınlara saldıran korkunç kuşlarla uğraşıp dururken, Frida Kahlo’nun bilinçdışından bahsetme tarzı dünyamı aydınlatmıştı. O kadar tumturaklı bir laf değildi, bilinçdışına uzanmak falan… Diyordu ki, “Rüyaları resmetmedim. Kendi gerçekliğimi resmettim.” Höch’ün dünyanın gerçekliğini kavrayışına benzer bir bam telini yakalama hali. Çok gerçek, çok somut, neyse o. Gerçekliğin çok boyutluluğu daha iyi anlatılabilir mi?
Leonora Carrington’un hikâyelerini okurken, Kahlo’nun kendi gerçekliğinden söz etmesini hatırladım (Leonora Carrington, Korku Evi, Yedinci At, çev. Begüm Kovulmaz, Notos Kitap, Ekim 2020). Daha ilk hikâyede, insan kendini bir Saki hikâyesine düşmüş hissediyor (http://notoskitap.com/insanlar-hayvanlar-ve-yirtici-hayvanlar/). Hizmetçinin yüzünü alıp kalanını yiyen sırtlanı o yazmış olabilirdi -bir yandan da hiç o değil. Tıpkı “gerçek bir sürrealist olmamak” gibi.
Saki hafiftir, çocukları yiyen su samurlarından bahsederken bile. Eğlencelidir. Mizahı keskindir ama okuru kesmez, yazarın durduğu yerde durup burjuva ailesini, mülkiyeti, yalan dolan dolu konuşmaları parçalamasını seyredersiniz. Carrington’da hafif hiçbir şey yok. Yazarın yanında durup onunla birlikte parçalanabilirsiniz. Eğlenceli bir tecrübe değil. O kendi gerçekliğini yazıyor çünkü, dünyaya bakıp gördüğünü değil. Tıpkı Kraliyet Davetiyesi hikâyesinin Harikalar Diyarı’nı Alice’in gözünden anlatması gibi. Hiç eğlenceli değil. Bütün iş gözde bitmiyor da ondan sanırım. Alice, Harikalar Diyarı’nı seyretmemişti, onun içine düşmüştü. Biz Lewis Carroll’un gözünden izlemiştik olup biteni. Carrington seyretmiyor, içine düşmüş, onu anlatıyor. Can havliyle. Kendi gerçeğini.
İşte bu yüzden, Leonora Carrington’un gerçeğini onun hikâyelerinde, resimlerinde buluyoruz. Zengin babası, kapatılıp resmen işkence gördüğü klinik, Nazilerin sevgilisini alıp götürmeleri ve onun düşmanlarla çevrili bir köyde bir başına kalması, gerçeğin bir düzeyi ve korkarım kadın sanatçılara yaptığımız en büyük kötülük, o düzeye fazla takılıp kadının bununla ne yaptığına dikkat kesilmemek. “Kahlo çektiği bedensel azaba rağmen resim yaptı ve bu azabı resimlerinde yansıttı”, “Plath çocuklarının sütünü başuçlarına koydu, kafasını fırına soktu”, “Carrington’a cardiazol verdiler”.
O sebeple, bir başka “o kadar da sürrealist olmayan” ressamın, Leonor Fini’nin yaptığı bir Leonora Carrington tablosuna bakalım isterim. Cardiazol’la değil de atlarla birleşsin imgesi.