Yargının siyasal amaçlı kullanılması ender rastlanan bir durum değildir. Kendisi için tehlikeli gördüğü rakiplerini, varlıkları kendisini rahatsız eden çevreleri yargı yoluyla tasfiye etmeye yatkınlık, demokratik kurumların ve özellikle kuvvetler ayrılığının yürürlükte olduğu ülkelerde bile iktidardakiler arasında ender rastlanmayan bir eğilimdir. Çoğu toplumda da böyle bir eğilimi benimseyen, dile getiren, uygulanmasını talep eden insan sayısı az değildir. Bu tür eğilimlerin pratiğe dönüşmesini, bütünüyle olmasa da büyük ölçüde, bağımsız yargı ve medya genellikle engeller. Birkaç istisna dışında, ortada hiçbir somut delil olmadan, tamamen hayali olgulara dayanarak tutuklama ve mahkûmiyet kararlarına demokratik kurumların iyi kötü işlediği ülkelerde rastlanmaz. İşlenen bir kabahat, bir görev kusuru veya bir suçla yargının buna takdir ettiği ceza arasında orantısızlık en fazla bu ülkelerde söz konusu olabilir.
Demokratik kurum ve kuralların zayıf olduğu veya hemen hiç yürürlükte olmadığı ülkelerde ise, yargı yoluyla siyaset yapmak yaygındır. Yargı bu ülkelerde, iktidarın yasal şiddet tekelini suiistimal ederek kullandığı bir araçtır. Siyasal-ekonomik sınıf tahakkümünün ve buna dayalı düzenin sadece koruyucusu değil, ondan da öteye giderek, tetikçisi olma işlevini görür. Diğer yargı alanlarında görülse de, bu amaç için en çok kullanılan hukuk alanı ceza yargısıdır.
Somut suçu değil, iktidarın siyasal amaçla işaret ettiği suç kılıfı giydirilmiş eylemleri, sözleri soruşturan ve kovuşturan ceza yargısı, iktidarı elinde tutan gücün emrinde bir vurucu silah olarak çalışır. İktidarın hoşuna gitmeyenin suç, hem de ağır suç, düşmanca davranış ilan edilmesiyle hayata geçirilir. Ortada somut delil olması gereği yoktur. Kendinden menkul kanaatler, birbiriyle tamamen alakasız fiilleri birleştiren hayali amaçlar arasında araya sıkıştırılan bazı değerlendirmeler, suçlamanın esas gerekçesini ele verir. İktidardaki kişinin, zümrenin veya kliğin kendine tehdit olarak gördüğü eylemlerin tarif edilmesidir bu. Ya da tehdit olabileceğinden şüphelendiği, böyle değerlendirdiği eylemleri ceza yargısı yoluyla teşhir ederek, başkalarının buna teşebbüs etmesini caydırmaktır amaç. Daha doğrudan ifadeyle potansiyel muhalefeti, memnuniyetsizlik ifadelerini, iktidarın dikte ettiği doğruları yalanlayan veya yalanlayacak girişimleri bastırmak, susturmak ve pıstırmaktır amaç.
Bu tür ceza yargısının prototipi 1930’da İtalya’da kabul edilen, faşist rejimin adalet bakanının adıyla anılan Rocco ceza yasasıdır. Bu yasa, devletin iç ve dış şahsiyetine, egemen otoritesine ve bunu temsil edenlere yönelik eylemleri, İtalyan vatandaşlarının ulusal çıkarlar aleyhine yurtdışı faaliyetlerini, yurt içinde vatanseverlik karşıtı propagandayı, iktisadi ve siyasal yenilgiciliği, yıkıcı dernek ve oluşumlara üye olmayı ve Faşist rejimle eşanlamlı sayılan toplumsal düzene zarar verdiği iddia edilen her türlü eylemi suç olarak tanımlar. Bu ceza yasası “siyasal suç”u bu genişlikte tanımladığı için, her türlü bireysel ve örgütlü muhalefet eylemi, ayrıca sahte delil, akıl almaz benzetme ve yakıştırmalar ortaya atmadan, kendiliğinden yasaların açıkça öngördüğü bir suç haline gelir. Nitekim 1926 ile 1943 arasında İtalya’daki siyasal mahkûmların dörtte üçünü Komünist partisi üyeleri oluşturuyordu. Komünist parti üyesi olmak yukarıda tanımlanan suçu işlemek için yeterli suç deliliydi.
***
Bugün Türkiye’de de yüzlerce siyasal suç davası görülüyor. On binlerce kişi bu tür davalarda aldıkları mahkûmiyet kararları nedeniyle hapisteler ya da davaları devam ediyor. Bu davaların çoğunda ortada somut suç olarak iktidarın hoşuna gitmeyen bir eylem, bir konuşma, bir yazı var. Ama Faşist İtalya’dan farklı olarak, uzun bir tutuklulukla baştan cezalandırılan, sonra çoğuna verilen ağır hapis cezalarıyla cezanın katmerleştirildiği bu “suçlar” yürürlükteki ceza yasasına göre suç değiller. Bu eylemlere suç niteliği verilmesini, sayıları çok fazla olmayan bir savcı, ağır ceza hâkimi ve sulh ceza hâkimi şebekesi yorumları ve kararlarıyla sağlıyor. Uyguladıkları ceza yargısı, düşman ceza hukukunun birçok ilkesini ve pratiğini içeriyor. Kâğıt üzerinde yürürlükte olan normlar hiyerarşisini açıkça çiğneyebilen bu fiili olağanüstü ceza yargısı şebekesi, bütün otokratik, diktatoryal yönetim biçimlerinde olduğu gibi, yasalar üstü yetkisini gücün yoğunlaştığı yerden alıyor.
Birkaç dava kendilerine bu yasalar üstü yetki verilmiş olan ceza yargısı şebekesinin simge davaları. Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi avukatlara, birçok gazeteciye, birçok HDP’li seçilmişe ve yöneticiye, Selahattin Demirtaş’a, Ahmet Altan’a açılan davalar ve kamusal alanda dile getirilen eleştiriyi suç olarak tanımlayarak açılan binlerce dava bütünüyle siyasi davalardır. Bunların arasında Osman Kavala’ya yönelik üç yıldan fazla bir süreden devam eden, uygun zamanda şapkadan çıkarılan davalarla, uygulatılmayan tahliye kararlarıyla, beraatla sonuçlanmış bir önceki davanın içi bomboş suç delilleriyle yeniden dava açılmasıyla yürütülen örgütlü eziyetin amacının, toplumda olağan şüpheli olarak görülen kesimlere gözdağı vermek olduğunu bugün hemen herkes biliyor. Osman’ı önce tutuklatmak, sonra hapisten çıkarmamak için yıllardır çırpınan iktidar güdümlü medyanın yazarlarının bunun azmettiricileri arasında en ön sırada yer aldıkları her gün daha fazla açığa çıkıyor.
İktidar içinde yuvalanmış bir güç odağının kurguladığı ve iktidardaki esas güç sahibinin bilgi ve onayıyla uygulanan bu davalar, hem bir kesimden öç almak hem gözdağı vermek hem de “içimizdeki düşman” temasını canlı tutup, dayandığı ittifakı “iri ve diri” tutmak için düzenlenmiş mizansenlerdir. Mizansendirler çünkü yürürlükteki ceza yasasına da uymamaktadırlar. Kendi kafalarındaki bir ceza yasasının dilini, kavramlarını ve suç tanımını aldıkları kararlara, yazdıkları iddianamelere yansıtmaktadırlar.
Osman Kavala’ya açılan ve ilk duruşması 18 Aralık’ta yapılacak yeni davanın iddianamesinde, ona yönelik “suç” aslında gayet açık tarif ediliyor: “Türk toplumunun sosyal ve kültürel özellikleri istihbari amaçla analiz edilmek suretiyle” casusluk yapmak! İddianame, iktidarın hoşuna gitmeyen her türlü kültürel faaliyetin veya toplumsal konularda yapılan araştırma faaliyetlerinin bir casusluk faaliyeti olarak değerlendirilebileceğini şu cümlelerle ifade ediyor:
Kadın hakları, çocuk istismarı, kadına şiddet, azınlıkların asimilasyonu, ifade özgürlüğü, çevre duyarlılığı gibi son derece masumane konularda toplumun çeşitli kesimlerinde direnç noktaları oluşturarak, bu projeler için bir araya gelecek insanlara ortam hazırladıkları, istedikleri zaman da herkesin derdinin aynı olduğu, özgürlüklerin önündeki engelin mevcut iktidar olduğu ve iktidarın değiştirilmesi gerektiği savıyla birbirinden bağımsız bu toplulukları istedikleri her yönetime karşı kışkırtabildikleri ve böylelikle amaçlarına engel gördükleri tüm yönetimleri kitlesel kalkışmalarla saf dışı bırakmayı denedikleri anlaşılmıştır. Nitekim Mehmet Osman KAVALA'nın ayrıştırıcı faaliyetlerinde Kürt kökenli ve Ermeni kökenli vatandaşlarımızı hedef aldığı anlaşılmıştır. (…) Şüpheli Mehmet Osman Kavala, Anadolu Kültür A.Ş. aracılığıyla özellikle Kürt, Ermeni, Rum veya Hıristiyan, Yahudi, Süryani, Ezidi kökenli vatandaşlarımıza yönelik ayrıştırıcı projeleri fonlayarak toplumsal ayrışmayı tetikleyici faaliyetler yürütmektedir.
İddianamenin yukarıda yer alan son cümlelerin kendisi aslında toplumsal ayrışmayı tetikleyici nitelikte. Bu ayrıca başlı başına ele alınması gereken bir konu. Ama bu iddianameyi yazıp, mahkemeye teslim ettikten kısa bir zaman sonra Adalet Bakan Yardımcılığı’na atanan savcıya göre bu faaliyetler devletin güvenliğini tehdit eder içerik ve amaçtadırlar. Savcı ulusal güvenlik kavramını iyice eğip bükerek, toplumun farklılardan oluşmasının ve bunun dile getirilip, incelenmesinin ulusal güvenliğe yönelik büyük bir tehdit olarak algılandığını açıkça söylüyor. Diğer taraftan suç teşkil eden konuların “son derece masumane” olduğunun da altı çiziliyor iddianamede. Son derece masumane olan bu konularla ilgilenmenin nasıl suça dönüştüğünün en ufak bir delilini sunmadan, ne de neden suç oluşturduklarını bile açıklamadan, ne tür bir suç oluşturduğuna geçiveriyor iddianame. Bunların istihbari amaçlı casusluk faaliyetleri olduğuna hükmediyor.
Aslında ortada bir tehdit varsa, o da tam bu iddianamenin içeriğidir. İktidarın “münafık” addettiği, ümmete zararlı, ulusa aykırı olarak değerlendirdiği ama ceza yasasında hiçbir şekilde suç olarak tanımlanmayan her türlü toplumsal faaliyet, araştırma, konuşma, sanat eseri ve siyasal tavra yönelik somut ve açık tehdit olarak tasarlanmış bir iddianame söz konusu. Yürürlükteki ceza kanununa uyarlanmak için mizansenini iktidardaki o güç odağının yazdığı ve ceza yargısının sahnelediği bir oyun söz konusu.
Daha önce Balyoz, Askeri Casusluk davalarında da gördüğümüz mizansen unsuru, benzer biçimde bugün de karşımızda. Daha da içi boş (çünkü adı geçen davalarda ciddi bir sahte delil üretme çabası hâkimdi!), delil değil, karine bile olmayan benzetmeler, yakıştırmalar ve akıl yürütmelerle dolu suçlamalar, günümüz iktidarında bariz olarak görülen seviye kaybını da yansıtıyor. Gülenci polis, savcı, hâkim şebekesinin yerleştirdiği hayali suçlara, yakıştırmalara dayalı dava geleneğine, bunlardan daha kaba ve acemi biçimde kurgulanmış yeni örnekler ilave ediliyor.
***
Ceza yargısı yoluyla düzenlenen mizansenlerin şahikaları, Stalin davaları olarak adlandırılan, 1928’den 1953’e kadar açılmış toplam on üç davadır. Stalin davaları, psikolojik baskı, işkence, vaat, yakın çevresi ve ailesine yönelik tehditlerle, hatta 1930’lardaki Büyük Temizlik davalarında olduğu gibi, komünist ideal için kendini feda etme gereği gibi gerekçelerle şüphelilere genellikle önceden suçlarının kabul ettirildiği, sonra yürürlükteki ceza muhakemesi usulüne riayet ederek yargılandıkları davalardı. Parti içindeki bütün olası rakiplerini tasfiye etme amacının yanında, iktisadi, siyasal başarısızlıkların sorumluluğunu üzerinden atmak, bunlara günah keçileri bulmak için kurgulanmışlardı. Bu davalarda işin mizansen yönüne, ülke içi ve dışı basında yer alma biçimine davanın kendisi kadar dikkat ediliyordu. Hatta işin bu yanı neredeyse en önemlisiydi.
Bugün otokrasi, diktatörlük ve benzeri tür rejimlerde Stalinvari bir mizansene, yani şüphelilerin kendilerine yakıştırılan suçları kabul ederek yargılandıkları davalara, Çin dışında, başvurulmuyor. Stalin davası benzetmesi ise, sonuçları trajik bir ceza yargısı parodisini anlatmak için kullanılan bir terim artık. Bugün Türkiye’de gücü elinde tutan çevrenin yargılanmasını çeşitli nedenlere istediği kişilere karşı yargı makamlarının yönelttikleri suçlar ve bunları dayandırdıkları deliller, hayali olma özelliklerinin yanında, toplumsal kesimler üzerinde tedhiş yaratma amaçları açısından da Stalin yargılamalarını akla getirmeye devam ediyor. Osman Kavala’ya açılan yeni dava da, belli ki tahliye edilmesini engellemek için apar topar hazırlatılan iddianame, “alternatif gerçekler” dünyasının ürünü bir mizansen, Stalin davaları olarak nitelendirilen ceza davaları türünün bir örneği değil midir?