Anne Kimdir? (Oedipus Karmaşası 56)
Erdoğan Özmen

Sanki çocuklarımız sonsuza dek doyurulmadan kalmış, sanki hiçbir zaman annelerinin memelerini         yeterince uzun emmemiş gibidirler

                                               Freud, “Dişi Cinselliği”

Her dönem kendi psikolojisini de yaratıyor. Kendi öznellik biçimlerini, kendi ruhsallığını, kendi ruhsal yapılarını. Ruhsal ıstırabı hangi yaklaşımlarla, hangi zeminlerde ele alacağımızı, ilgili kavramlar setini dönemin maddi/yapısal koşulları ve ideolojisi tarafından çoktan üst-belirlenmiş olarak önümüzde hazır buluyoruz. Dahası neyin ıstırap ve/ya da ruhsal ıstırap sayılıp sayılmayacağını bile. Kendini ideolojiler-sonrası olarak takdim eden günümüz toplumunun ideolojisi de bir bakıma belli bir psikolojik bakışı/anlayışı hakim kılarak, toplumsal/politik meselelerin yerine o anlayışı ikame ederek, o anlayışa yaslanarak işliyor, enerjisini/gücünü buradan temin ediyor. Bireyi bütün bağ ve ilişkilerinin dışında izole bir varlık olarak konumlandıran, dikkat ve merakını bu tekil bireyle sınırlayan, bir ilişkiye odaklanacaksa bile bunu en iyi ihtimalle özne ile bedeni arasındaki ilişkiden ibaret gören bir psikoloji bu. Onca acı arasından sadece ruhsal acıyı çekip alan,  sadece ruhsal acıya yatırım yapan, diğer acı ve yoksunlukları görünmez kılan, acıyı ve ondan kurtuluşu yalnızca bireysel/psikolojik bir çerçevede kalması şartıyla anlamlı bulan ve kutsayan, buna izin veren bir psikoloji/ideoloji kompleksi.  Aynı psikoloji mevcut psikiyatri pratiğini de büyük ölçüde koşullandırıp biçimlendiriyor. Mütemadiyen bireyi ve onun bedeniyle ilişkisini vurgulayan, ruhsal acıyı ve onun sağaltımını bu sınırlı çerçevede kavrayan, özneyi daima bir kurban/mağdur/zavallı statüsüne yerleştiren söz konusu eğilimin yaygınlığını gösteren bir örnek olarak güncel travma kavramına ve uygulamalarına bakmak yeterli.

Ruhsal acının muhtelif ifadelerinin/görüngülerinin tanımlanmasının/psikolojik tanı faaliyetinin ve ilgili tedavi tekniklerinin (genel olarak psikoterapinin) malzemesi/konusu öznenin konuşma, davranış ve bilişleridir (cognition). Ve şüphesiz ki konuşma ve davranış, özne ile bedeni arasında; her yeni evreyle birlikte gösterenlerin yeniden haritalandırdığı, haz ve yasak bölgelerini yeniden belirlediği bu yeni  bedenle özne arasında tekrar tekrar en baştan kurulan diyalektik bir ilişki içinde ortaya çıkar. Ama açıkça görüleceği üzere bu ilişki, daima ve mecburen özne ile Öteki (ve anne/baba başta olmak üzere tüm ötekiler ve onların söylem, konuşma ve tavırları) arasındaki ilişki tarafından dolayımlanarak, o ilişkiden sekerek/kırılarak var olur. Bu anlamda denebilir ki, psikanalizde birey diye bir şey yoktur. Birey oluş/öznellik Ötekiyle, toplumsal/kültürel/dilsel yapı ve ağ ile ilişki içinde, o ilişki sayesinde mümkün ve anlamlıdır. Toplumsallık en başından itibaren mevcuttur, oradadır. Ödipal yapıda  temsil edilen şey işte bu toplumsallıktır. Demek ki “Oedipus” ebeveynler ve kardeşlerle çatışma, işbirliği ve ayrılma süreçlerinin, bu esnada değişen, dönüşen öznel konumların aile matrisine nakşolması, aile sahnesinde gerçekleşmesi olarak  anlaşılmalıdır. Bireysel ruhsallıklarımız en baştan itibaren ödipal yapıda temsil ve ifade bulan toplumsallığı, toplumsallık nüvelerini içererek, onlar tarafından çoktan işaretlenmiş ve ön-belirlenmiş olarak kurulur.     

                                         ***

Freud’un son zamanlarında pre-ödipal (Oedipus-öncesi) dönemi, ve çocuğun gelişiminde annenin ve anne ile bağın önemini daha çok fark ettiğinden ve vurguladığından söz etmiştim. Nitekim daha sonraki Psikanalitik Nesne İlişkileri Okulu ve Bağlanma teorileri bu döneme yönelik ilgi, merak ve içgörüyü derinleştirecek, dahası sanki Freud’un eksik bıraktığı parçayı telafi etmek ve onun “baba sorunsalını” dengelemek amacıyla “tabiatı” gereği cinsiyetsiz olan anne-çocuk ilişkisine yoğunlaşacaktır. Böylece, Freud’un ihmal ettiği ve ıskaladığı şeyi tam zıt kutupta tekrarlamış, demek aynı zemini paylaşmış, dahası cinsiyetlenme meselesini dokunmadan bırakmış olacaktır.

Pre-ödipal dönemdeki anne-çocuk ilişkisini/birliğini, anne çocuk arasındaki imgesel ikili ilişkiyi hakkıyla kavramak için yine ödipal yapıya müracaat etmeli, onu ödipal yapının bir unsuru olarak görmeli, ödipal yapıya eklemleyerek düşünmeliyiz. Başka şeylerin yanısıra (örneğin pre-ödipalin ödipal tarafından geri-dönüşlü olarak anlamlandırılması gibi) söz konusu dönemi anneden ayrılma/kopma (separasyon) kavramı ekseninde anlamak, oraya yerleştirmek demektir bu. Nitekim söz konusu ayrılma ve ayrılma anksiyetesi ve tam diğer kutupta yer alan kaynaşma/bir olma/sınırların kaybı ve bunun anksiyetesi tüm hayatımızı ipotek altına alacak, ötekilerle ilişkilerimizin kurucu ve yönlendirici izleği/ilkesi olacaktır. Yeri gelmişken eklemiş olayım: Lacancı İmgesel zaten tanım itibariyle birbirinden ayrılması imkansız olan iki terimi/tarafı içermesi ve o terimlerin/tarafların sabit anlamlar taşımasıyla karakterizedir. Daha sonra çünkü, bu ikiliğe üçüncü bir terimin dahil olması/müdahalesiyle kurulan simgesel düzende sabit anlamlar ortadan kalkacak, böylece orada açılan boşluğa üçüncü terime bağlı olarak daima değişen ve birbirinin yerini alan anlamlar yerleşecektir.

Öznenin nedeni Ötekinin arzusudur.

"Öznenin dünyadaki fiziksel mevcudiyetinin nedeni ebeveynleri tarafından belli bir şey (haz, intikam, memnuniyet/tatmin (fulfillment), güç/iktidar (power), ölümsüzlük) için besledikleri bir arzudur. Ebeveynlerden biri ya da ikisi birden bir şey ister ve çocuk işte bu istemeden doğar. İnsanların çocuk sahibi olma motivasyonları çoğu zaman oldukça karmaşık ve çok katmanlıdır, dahası ebeveynlerin motivasyonları tam bir uyuşmazlık içinde olabilir. İçlerinden biri, hatta ikisi birden çocuk sahibi olmak istemiyor, ya da sadece belli bir cinsiyetten bir çocuk istiyor olabilirler.

Her ne olursa olsun, söz konusu motivasyonlar apaçık bir biçimde çocuğun dünyadaki fiziksel mevcudiyetinin nedeni olarak işlev görürler ve aynı motivasyonlar, çocuğun dilde bir özne olarak ortaya çıkmasından büyük ölçüde sorumlu olarak, doğumdan sonra da onu etkilemeyi sürdürürler. İşte bu anlamda, Öteki’nin arzusu öznenin nedenidir. Bu, yabancılaşmanın tarifinin basitçe dil açısından değil, arzu açısından da anlaşılmasıdır. Her ne kadar dil ve arzu aynı kumaşın atkı ve çözgüsünden ibaretse de. Çünkü arzuyla dolup taşan dil ve dil olmaksızın kavranamaz olan, bizzat dilin hammaddesinden yapılmış olan arzudur söz konusu olan. 

O halde, eğer yabancılaşma öznenin nedeninin kendi doğumunu önceleyen ve kendisinin sebep olmadığı bir arzuya, Öteki’nin arzusuna dayanması ise, ayrılma da yabancılaşmış öznenin, onun dünyasında kendini açığa vuran Öteki’nin arzusunu kavrama/yakalama çabasına dayanır. Çocuk, anne/Öteki’nin (mOther’s; çünkü dil, başlangıçta annenin konuşmalarıyla ete kemiğe bürünür) arzusunu - ki daima hareket halinde olduğu için, arzu asıl olarak başka bir şey için arzudur- idrak etmeye çalıştığında, kendisinin onun (annenin) ilgisini çeken tek şey olmadığını, onun (annenin) her şeyi, tek amacı olmadığını kabullenmek zorunda kalır (en azından çoğu durumda böyledir bu).”[1]

Yine de en baştaki anne-çocuk birliğine, anne-çocuk simbiyotik ilişkisine bir mutlaklık atfetmek için acele etmemeliyiz. Çünkü, tam bir anne-çocuk birliği, yani çocuğun annenin hayattaki tüm isteklerini karşılayabildiği (ve tam tersi) bir eksiksizlik, tamlık ve kendine-yeterlik durumu, mutlak bir ikili ilişki neredeyse imkansızdır. Çocuğun anneden talepleri ile annenin çocuktan talep ettikleri arasında tam bir mütekabiliyet hiçbir zaman yoktur çünkü.  Anne zaten/çoktan simgesel düzenin aktif bir parçası olduğu, yani daima eksiği olan/arzulayan bir varlık olduğu, başka ilgi, merak ve hevesler taşıdığı, başka meşguliyetleri ve öncelikleri olduğu için çocuğun isteklerini sık sık ihmal edecek, başka başka şeylerle sürekli dikkati çelinecek, başka yerlere bakıyor olacaktır. O durumlarda çocuğun payına düşen hasretle, özlemle annenin geri dönüşünü beklemektir. Nitekim bunu fark eden bir noktadan Lacan, çocuğun herhangi bir eksiğinin olmadığı mitik bir evrenin varlığını ileri sürer. Çünkü bu varsayım, başka psikanaliz teorisyenlerinin (örneğin Mahler) normal otistik evre, simbiyotik evre gibi adlarla tarif ettikleri ve yaygın olarak benimsenen, her türlü engellenme (früstrasyon), yoksunluk (privation) ve hayal kırıklığından azade bu evre çocuğun sonraki gelişimini kavramsallaştırma  açısından bir bakıma zorunludur. Demek çocuğun sonraki gelişimini hakkıyla kavramak için uygun bir başlangıç noktası işlevi gören, sonraki gelişimi kavramsallaştırmayı mümkün kılan bir evreden/varsayımdan söz ediyoruz.

      


[1] B. Fink, The Lacanian Subject, Princeton Uni. Press, 1995, s. 50 (Türkçesi, Lacancı Özne, çev. Kemal Güleç, Encore Yayınları, 2020)