Ankaralıların işittiği bir hikâyedir: Sene 2002, bir Ankaragücü maçı çıkışında olaylar çıkar; önde Ankaragüçlüler, arkada polis, bir kovalamaca. Derken, polisten kaçan grubun içinden biri şöyle der: “Gardaş biz daha kalabalığız, niye kaçıyoz?” Sonrası mı? Sonrası muhtelif; kimi arbedenin daha da alevlendiğini anlatır, kimi neşeyle yenilen dayağı… Twitter’da biri yazmış, “Malazgirt’i gözlerimle gördüm”.
2005’ten beri Ankara’dayım, on beş senede bu hikâyeyi, azıcık farklarla, birkaç kez duydum. Doğrudur, mavradır, abartıdır; bunlara hiç önem vermedim. Hikâyenin doğrusu yanlışı olmaz; bir hikâyenin kırk farklı anlatımı da olur. Benim bu hikâyeyi yeniden hatırla(t)ma nedenim mavrası değil, hikâyedeki şu tüm olay akışını geçici de olsa kesintiye uğratan “kalabalık olmak” meselesi.
***
Çoğunlukçuluğun sakıncalarından ve problemlerinden uzun uzadıya bahsetmek için iyi bir zaman değil. Seçimle iktidara gelmiş ve otoriter siyaset tarzını kamu felsefesi belleyen liderlerin[1] performanslarından üzerinden dakikalar geçmeden haberdar olabiliyoruz. Her şey zaten gözler önünde, nakletmek tekrara giriyor. Çoğunlukçuluğun artık neredeyse “faşizm” kadar beter bir tınlaması var -bu hep böyle değildi. Doğrudur, demokrasi tartışmalarında çoğulcu toplum tasavvuru hep vurgulanır ve çoğunlukçuluğun/çoğulculuk karşıtlığının sorunlarına her zaman değinilirdi ancak son on-yirmi senedir çoğunlukçu otoriter yönetimlerle birlikte yaşayan ve yaşamak üzere olan Batı toplumları artık bu sözcüğü duymaktan daha da irkilir oldu. Öyle ki sol esinli “işgal et” eylemlerinin repertuarında sıklıkla yer alan “%99’a karşı %1” vurgusu dahi bazı yazarlarca çoğunlukçu tahayyülü beslediği için eleştirebiliyor. Bu eleştiri, çoğunluğun içerisinde görülenlerin değilse de, çoğunluğu bütünüyle temsil ettiğini ileri süren liderlerin icraatlarını ve politikalarını meşrulaştırırken herhangi bir demokratik norma, kaideye, geleneğe değil, başlı başına çoğunluk olmaya referans vermesine dayanıyor -çoğunluk öyle istiyor! Ama bu çoğunluğu bütünüyle temsil etme iddiası somut gerçekliklere, gündelik tezahürlere, her an teyit edilebilir ve doğrulanabilir kanıtlara yaslanmıyor.
Dolayımlanan, her durumda teyit edilemeyen, kendi içerisinde çelişkili bir siyasi manevrayla iş görüyor. Örneğin, hükümeti, sunduğu destek paketlerinden, kredi imkânlarından, borç erteleme seçeneklerinden ötürü destekleyen Polonyalı bir esnafın kesinkes kürtaj yasağını savunduğu ve Morawiecki’yi desteklediği, ancak bu iktidar tekniğinin dolayımladığı gerçeklik doğru kabul edilirse geçerli olabilir. Demokratikleşmenin önünü açabileceği gerekçesiyle, örneğin on başlığından dördünün hakikaten demokratik potansiyel taşıdığı bir torba referandumun %70 destekle onaylanması, diğer 6 maddenin de %70 destekle onaylandığını göstermez ama yönetenler bunu böyle görmek/göstermek isterler, politikalarının temeli yaparlar ve dile gelmemiş çoğunluğu dillendirirler. Günümüzde çoğunlukçu tahayyüller, popülizmin esaslı bir motifi ve halk desteği tezahürü olarak görülüyor ancak bu, kolayca bir “halk” tezahürü olarak okunamayacağı gibi çoğunlukçu tahayyülün tek biçimi olarak da görülemez. Çoğunluk, çoğunluğa hitap etmek, ona yaslanmak, her zaman, otoriter muhafazakâr "kütle" varsayımıyla eşitlenemez.
Siyasetin olanaklılık koşulu bazen hâkim öğretileri, ideolojik dolayımı, gündelik hayatın rutin akışını kesintiye uğratmasında yatar. Malum, semboller ve sloganlar gücünü buradan alır. Ters köşe yapmasından, anlık kesintiler üretebilmesinden ve sonra o kesintiyle meydana gelen boşluğun doldurulmasından güç alır. Bir kıvılcım bazen daha önce ihtimal dahilinde görünmeyen bir siyasete kapı aralar ve boşluğu doldurmak siyasetin mümkünlük mertebesi durumuna gelir. Gezi İsyanları sırasında “bir ağaç” için mızmızlanıldığını düşünenler, işte bu kıvılcımla harlanan siyasal kabiliyeti kavrayamadı veya kavradı ve tam da bu yüzden üzerinde tepindi. Burada, Tunus’ta kendini ateşe veren işportacıdan sonra protestoların patlak vermesi, Mısır’da Rabia işaretinin sembol olması gibi başka örnekler de verilebilir: diğer “her şeyi” geçici de olsa anlamsızlaştıran, daha doğrusu mevcut içeriği boşaltan ve etrafında toplayan bir mıknatıs işlevi söz konusudur. Bilhassa otoriter yönetimlerde bu uğraklar sıklıkla gözlemlenebilir –dünyanın pek çok yerinde ortaya çıkan işgal et eylemlerinde ve meydan hareketlerinde tam da bu tür bir uğrağı görmüyor muyuz? Bu uğrak, zaman zaman planlı tasarılı, başı sonu belli politik programlara ve politik öngörülere direnç gösterse de aynı zamanda içi demokratik unsurlarla doldurulabilecek bir uğraktır ve gücünü hakkaniyet olarak adalet talebinden, çoğunluk olma halinin o en yüksüz, egemen politik anlamlandırmalardan kaçan (yani daha baştan otoriter olarak okunamayacak) ve anti-demokratik olmakla mahkûm edilemeyecek imalarından alır. Hani belki Althusser’in şu meşhur öznenin çağırılarak (interpellation) kurulmasına örnek gösterdiği (polis: hey sen bi bak bakayım!) senaryoyu deforme etmesinden, tersine çevirmesinden ve bu hakkaniyetli tersine çevirmenin coşkusundan…
Corbyn’in Ceketi
Üzerinde tepinilenlerin “biz daha kalabalığız”ındaki kalabalık, tam da hakim ideoloji kendisini en berrak biçimde, bir hiyerarşi olarak dayattığında, bu dayatmanın iyice belirgin hale geldiği ve herkesçe bilindiği anda, bir çoğunluğun azınlığa eziyet edebilme vasıtasını değil, hakim değerleri -geçici de- olsa tersyüz edebilme kapasitesini de ifade edebilir. Çoğunluğun öz evlatları olarak görülenler, aile hiyerarşisini tanıyıp saygıda kusur etmediği baba dediklerine, sadece ev ahalisinin değil, herkesin duyabileceği bir biçimde, üvey sayılma pahasına, ses çıkarabilir.
Corbyn 1984’te parlamentoda, parlamento için “Burası podyum değil, soylular kulübü değil, bankerlerin babasının çiftliği de değil; burası halkın temsil edildiği yerdir,” dedikten otuz beş sene sonra, İşçi Partisi’nin seçim sloganı ve 126 sayfalık manifestosunun başlığı olan “bir avuç için değil, çoğunluk için” sözlerinin yer aldığı bir ceket diktirmişti.[2]
Corbyn hiç kuşkusuz, işgal hareketlerindeki “biz %99’uz” sloganlarından etkilenmişti ve iması İngiltere’de yaşayan Pakistanlıları perişan etmek, Polonyalı muslukçuyu evine göndermek, Müslümanları tepelemek, muhafazakâr düşünürleri, gazetecileri, akademisyenleri hapse tıkmak değildi. 2008 krizi sonrası dünyanın çok büyükçe bir bölümünü ortak kesen, derinleşen ve çeşitli araç gereçlerle üzerinin örtüldüğü eşitsizlik bunalımının (salt gelirle, iktisadi araçlarla ölçülemeyen[3]) siyaseten basit bir tercümesiydi: bir avuç insan (%1) hayatlarımızı belirliyor –böyle bakınca, dünyanın neredeyse bütün hükümetlerine azınlık hükümeti de diyebiliriz herhalde! Çoğunluk olma durumunun, çoğunluk olmanın altını çizmenin, bunu siyasal olarak tercüme etmenin her halükarda otoriter olmayan iki farklı yüzü olduğunu göstermek gerekir: Trump’ın arkasına aldığını iddia ettiği ABD’nin esas sahibi beyaz Amerikan çoğunluk ile dünyanın tüm ülkelerinde şanslı azınlığa[4] hizmet etmeye yazgılı çoğunluk arasındaki fark “otoriter mantık” ortak paydasına tıkıştırılamaz. Otoriterleşmeyi düşünürken bu veçheleri de görmek gerekir. Elbette bir “yanlış”ı bin kişi de tekrarlarsa “yanlış”tır fakat, gücünü ve haklılığını sadece kalabalık olmasından almayan, ancak yine de kalabalık olmayı vurgulayıp hakkaniyet talep eden bir çoğunluk fikri demokratik meşruiyetten neden yoksun olsun? Üstelik bu tür bir meşruluğun hakim ideolojik formasyonu, süregiden bir adaletsizlik durumunda, kesintiye uğratma gücü oldukça yüksektir –adaletin bu mu dünyanın duygulanımsal gücünü düşünelim…
Kısacası çoğunluk, bazen de adaletin bittiği yerde başlayacak olanın işaret fişeğidir –bu çoğunluk HES’lere direnenlerdir, maden ocaklarının yaratacağı yıkıma göz yummak istemeyen köylülerdir, depremzedelerdir, madencilerdir, askıda ekmeğe layık görülenlerdir, ailesinin geçimini sağlayamayıp intihar edenlerdir, “elit” addedilip öğrencilikten sonra iş bulamayanlardır, yaşam tarzları televizyon dizilerindeki “tip”lere sığdırılamayanlardır, domatesini patatesini yollara dökmekten başka çaresi kalmayanlardır, meslekî geleceği takım elbiseli tanıdıkları olmasından başka bir özelliği olmayanların iki dudağı arasında olanlardır. Bu toplamın taleplerinin haklılığı ve güçlülüğü, “bir dakika, bu kadar insanız, gördüğümüz muameleye bak” dışında bir tartıya ihtiyaç duymaz bazen.
Bu çoğunluğa dayanan tahayyül, şanslı azınlığın çıkarını korumaktan başka bir kırmızı çizgisi olmayan otoriter liderlerin çoğunluk tahayyülü ile aynı torbaya konamaz. Gün gelir, çoğunluk adına konuşan, o çoğunluk kendine başkalarını da katıp, genişleyip dile gelince hiç olmadığı kadar rahatsız olur. Siyasetinin matematiği uçar gider.
[1] Bu liderlerin partilerinin adını bile bilmiyoruz çoğumuz. Partiyi işlevsizleştiren ve devre dışı bırakan, şahsı dışında her türlü kurumsallaşmaya direnen liderler -önüne “izm” konularak anlaşılmaya çalışılan ülkelerin bambaşka liderleri bunlar- söz konusu. Yapılan çalışmalardan birkaç örnek vermek gerekirse: Olga Oliker, “Putinism, Populism and the Defence of Liberal Democracy”, Survival, 59(1), 2017, s. 7-24; Edwin Kent Morris, “Inversion, Paradox, and Liberal Disintegration: Towards a Conceptual Framework of Trumpism”, New Political Science, 41(1), 2019, s. 17-35; Kirk Hawkins, “Populism in Venezuela: the rise of Chavismo”, Third World Quarterly, 24(6), 2003, s. 1137-1160; İhsan Yılmaz ve Galib Bashirov, “The AKP after 15 years: emergence of Erdoganism in Turkey”, Third World Quarterly, 39(9), 2018, s. 1812-1830; Krisztina Koenen, “Orbanism in Hungary Origins and Elements of ‘Illiberal Democracy’”, Osteuropa, 65(11-12), 2015; João Dos Reis ve Everton Henrique, “Bolsonarism: Brazilian necropolitics as pact between fascists and neoliberals”, Revista Eletrônica de Educação, 14(1), 2020.
[2] “Socialist pinstripe: the secret message stitched into Jeremy Corbyn’s new suit”, Guardian, 2 Aralık 2019, https://www.theguardian.com/news/shortcuts/2019/dec/02/jeremy-corbyn-suit-fabric-labour-leader-for-the-many-not-the-few-pinstripes; “Corbyn's eye-catching 'For the many, not the few' jacket made by Yorkshire tailor”, Yorkshire Post, 1 Aralık 2019, https://www.yorkshirepost.co.uk/news/politics/corbyns-eye-catching-many-not-few-jacket-made-yorkshire-tailor-1329202
[3] Kocaeli’den bir Ford Otosan işçisi soruyor: “Anayasa’da ‘eşitlik’ diye bir şey yok mu?”. “Onların evleriyle bizim evlerimiz…”, Evrensel, 23 Kasım 2020, s. 3.
[4] “Hayırsever Plütokrasi: Dünyayı Yöneten Bir Avuç Zengin”, e-skop, 19 Haziran 2017. https://www.e-skop.com/skopbulten/hayirsever-plutokrasi-dunyayi-yoneten-bir-avuc-zengin/3410