Bu fotoğrafı Gülşin Ketenci çekmiş. 2010 yılında, Van’da.
Bir yol hikâyesi anlattı bana fotoğrafı sorduğumda. “Serra’yla (Akcan) Van’a gitmiştik birlikte” dedi. Bu kızlarla Tatvan’dan Adilcevaz’a giden dolmuşta karşılaşmışlar. Kızlar bizimkileri biraz takip ettikten sonra, yanaşıp birlikte gezip gezemeyeceklerini sormuşlar. Böylece dördü dolaşmışlar, sohbet etmişler… Yalnız gezen iki kadın ilgilerini çekmiş belli ki, merak etmişler. Sadece merak etmemişler, tanımadıkları bu kadınlara hayatları, okulları, umutları, dünya görüşleri hakkında bir sürü şey de anlatmışlar. Sonra da güzel bir akarsuyun önünde birbirlerine sarılıp bu fotoğrafı çektirmişler Gülşin’e.
Kadınların yol hikâyeleri hep “değişik”tir, bilirsiniz. Turizmcilerin “destinasyon” dedikleri şeye hiç benzemez. Şuradan çıktık, buraya vardık gibi. Aslına bakarsanız, “kahramanın yolculuğu”na da benzemez - Joseph Campbell’in anlattığı, Siegfried’dir; Tolkien Frodo Baggins’i anlatır, Necati Özkan da Ekrem İmamoğlu’nu! Şu meşhur “monomit” hikâyesi. Maceraya biraz isteksiz de atılsa, her bir aşamada dönüşen, büyüyen, güçlenen ve sonuçta kazanan kahraman. Bu hikâyede kadınlar yaşlı bilgeler olarak kahramana birtakım iksirler, öğütler filan verebilirler, bir de tabii kahramanlığının ödülü olabilirler. (İmamoğlu hikâyesinde Canan Kaftancıoğlu’na düşen rol neydi?)
Kahraman kadın olduğunda, yolculuk hikâyeleri mutlu sonla bitmez pek. Her gece dans etmek için saraydan kaçan on iki prensesin masalı, yakalanıp cezalandırılmalarıyla biter mesela - en büyükleri için “mutlu son”, emekli askerle evlendirilmektir! Mavisakal’ı öldüren Anne bile bu sondan kaçamaz, adamı öldürüp onca serveti ele geçirdikten sonra, o da evlenir. Thelma ve Louise’in sonunu hiç hatırlamayalım isterseniz - hepi topu bir hafta sonu kaçamağıydı istedikleri, kahramanlık peşinde değillerdi ama bakın başlarına neler geldi.
Yerdeniz Üçlemesi'nin (Ursula Le Guin, tabii!) Tenar’ının büyüme macerası güzel bir istisnadır. Le Guin, kahramanlık hikâyesini bir kadın hikâyesi olarak anlatır orada, ilham verir, içimizi havalandırır. Şurada öyle hakiki, öyle güzel anlatıyor ki bu istisnanın nasıl zorlu bir yoldan geçerek mümkün olduğunu: https://youtu.be/m6YU4CLvm-w
Kadınların yolculukları ta baştan, bir kadının yola çıkmasının uygunsuzluğundan itibaren zordur. (Hadi çıktın, o zaman aşkın yoluna çık da münasip bir mutlu son olsun bari!) Zordur, canavarlarla savaşırlarken bile bir yandan dökülen kanı temizlemeleri, dağınıklığı toparlayıp korkanları yatıştırmaları, yaralılara el uzatmaları gerekir… Yürüyüp gidemezler, gitseler, akılları arkada kalır. Mavisakal'ı öldürdükten sonra Anne’ın yaptığı ilk şey, herifin ölü karılarını gömmekti. Batan güneşe doğru ilerleyen yalnız kahraman, erkektir, kadın değil.
Bana öyle geliyor ki, yola çıkan bir kadınsa, geçip gitmiyor da bir parçası hep geride kalıyor. Yani sadece aklı kalmıyor, izi de kalıyor. Diyelim kendisine büyülü iksiri verecek yaşlı cadıyla karşılaştı, iksiri alıp yoluna devam etmiyor da kadınla konuşuyor, ona anlatıyor, onu dinliyor. Yürüyüp gittiği yer artık o yürümeden önceki yer değil. Sadece kahraman dönüşüp büyümüyor, yola, cadıya da bir hatıra bırakıyor. “Kendine kahraman”lık kadınlara göre değil.
“Kadın kadının yurdudur” sözü, bana hep böyle bir anlamı düşündürüyor. Yolu, karşılaşmaları, bir yol ağzında ayaküstü sohbeti, gitmeyi, giderken iz bırakmayı, dönmeyi, dönüp de bulmayı, bulduğunun bıraktığından başka olduğunu görüp sevinmeyi, yol ağzındaki sohbeti sanki başka birileri yapmış gibi hatırlayıp gülmeyi… Belki de “yurt” kelimesinin “yer”le ilişkisi sebebiyle. Kızkardeşlik, “sista”lık, bütün kızlar toplandık hikâyelerine ne kadar uzaksam, bunu da o kadar seviyorum. Kahramanlık, insanın kendisiyle ilgili olduğu kadar, yurduyla da ilgili olmalı diye düşündüğümden herhalde. Geçip gitmekle değil, toplayıp düzenlemekle, kurmakla ilgili. İz bırakmakla. Aslında, yurt kurmakla.
Gülşin bu fotoğrafı çekerken, Serra da oradaymış. Onun yolculuk hikâyesi de başka- ölmüş bir babaanne var o hikâyede, soykırım var, Müslümanlaştırılıp evlendirilme var… Babaanneye yazılan mektuplar var. Adilcevaz’dan gelmişler ve kimbilir daha nerelerden. Sanki işte, yol ağzında durup ayaküstü sohbet etmişler, sonra kendi yollarına gitmişler. İzleri kalmış birbirlerinde. Kadınlar, birbirlerinde izler bırakırken birbirlerine yurt olurlar. Bırakırken, bıraktıkça. O izler çoğalır, büyür, birbirine eklenir, dünya olur. Yurt olur.