Son zamanlarda, hem akademik yazında, hem de kültür sanat alanında yürütülen polemiklerde dikkatimi çeken bir mevzudan bahsedeyim: Beşeri ilimlerde açıklamanın şekli ve ölçeği (bundan sonra kısaca açıklama diyeceğim). Ne kastediyorum bununla? Yani akademik mecralarda, Birikim gibi yarı-akademik platformlarda, yahut genel olarak “kültür sanat” alanında fikir üretilen alanlarda sosyal olgulara getirilen açıklamanın niteliği ve kapsamı.
Açıklamanın ne’liği ve nasıl’lığı beşeri ilimler için netameli bir konu, hakkında yazılanın da haddi hesabı yok. Yine de bu alanda asgari müşterek olarak iki temel önkabulden söz edilebilir. Bu önkabullerden birincisi, açıklamanın bireyi belirli bir toplumsal yapının ve (siyasi, ekonomik, yasal vs.) konjonktürün içinde ve bu konjonktürün bileşenleriyle etkileşim halinde şekillenen bir mevcudiyet olarak görmesi lüzumu. İkincisi de açıklanacak şeyin bu çerçeve içinde bir neden sonuç ilişkisine dayanılarak açıklanması gerekliliği. Peki bu ne demek? Biraz malumu ilam pahasına söylüyorum, sözgelimi “neden son on yılda Türkiye’de Osmanlı tarihini konu alan diziler bir anda yaygınlaştı” sorusuna verilecek “çünkü yönetmenlerin canı böyle diziler çekmek istemiş” yanıtının “yeterli” bir yanıt olmaması demek. Bu yanıtın yetersizliği, en basit düzeyde az önce bahsini ettiğim bireyi atomize bir tercihler silsilesi görmemek, olguları toplumsal bağlamına yerleştirmek önkabullerini ihlal etmesinden doğuyor.
Burada şunu da söylemekte fayda var—tabii ki bu önkabullerin ihlali bu açıklamanın herkesçe (ve bilhassa bu önkabulleri reddedenlerce) yetersiz bulunacağı anlamına gelmez. Benzer şekilde aynı soruya başka başka kimseler “çünkü yönetmenin nöronları o şekilde çalıştığı için” “çünkü şeytan yönetmene vesvese verdiği için,” “çünkü o dönemde Merkür Oğlak’ta gerilediği için” türü yanıtları tatmin edici bulabilir.
Ne var ki, benim şahsi görüşüm, bu tür toplumsal olguların bireylerin şahsi tercihleri, paşa gönülleri ve keyiflerinin kahyaları üzerinden okumanın (ki Jameson nazarında kötü alegorinin kapısını açan bir kişiselleştirmedir bu) esas yetersizliğinin “bizde usul böyle”nin kaidelerini ihlal etmesinden ziyade, açıklama kisvesi altında totolojiye düşmesi, bir mevzuyu açıklar gibi yaparken en fazla mevzuyu tekrar (ve biraz farklı şekilde) tasvir etmesi olduğu yönünde. Tamam yönetmenler (ya da yapımcılar) Osmanlı dizisi çekmeye karar verdiği için, “canları öyle istediği için” Osmanlı dizisi çekiyordur da, neden birden bire yönetmenler ve yapımcılar bunu istemiştir, neden 30 sene önce istememiştir de şimdi istemiştir, neden ağa dizisi değil de Osmanlı dizisi istemiştir...gibi olgunun merkezini, özünü teşkil eden konuyu ıskalayıp zaten açıklanması gereken olguyu, açıklamanın kendisi gibi önümüze koymasıdır.
Bu ölçeğin küçüklüğünden doğan bir yetersiz açıklama çeşidiyse, skalanın öbür ucunda her tür olguyu büyük bir anahtar anlatıyla dümdüz eden, meselelere kuşbakışı bakayım derken arayı fazla açıp baktığı yerden her şeyi birbirinin aynısı olarak ufacık noktalar olarak gören yetersiz açıklamalar var. Bu tür anahtar anlatılar için her şey “modernite” olabilir, her şey “ataerki” olabilir, her şey “kapitalizm” ya da her şey “Kemalizm” olabilir—burada esas mevzu, her şeyin o şey olması ve zaten her şeyin o şey olduğu en başından beri bilindiği için A şey’le B şey arasındaki anlamlı farkların görünmez hale gelmesidir. Jameson Siyasal Bilinçdışı’nda Freudyen okumanın böyle bir anahtar anlatıya dönüştürülmesini eleştirir, karşılaşılan her yerde Ödipal dinamiklerin görülmesinin bir bakıma hiçbir şey görmemeye denk olduğunu yazar. Daha yenilerde Latour da “çünkü emperyalizm,” “çünkü modernite” türü açıklamalarının yetersizliğini tekrar gündeme getirir, benzer bir şekilde “modernite”nin bir açıklama değil, açıklanması gereken olgunun kendisi olduğunu söyler (Reassembling the Social).
Bu tür “anahtar anlatı” izahların spesifik bir formu, sol görüşe yakın duranlar için bilhassa cazip. Bu spesifik formda her şeyin başlangıcı ve temel izahı olarak ekonomiyi görmek esastır; siyasi, kültürel, yasal açıklamalar (biraz da üstyapıya ait oldukları için) esasında bir çeşit ideolojik gözü boyanmışlığa, safdilliğe delalettir.
Son tahlilde ekonomik düzleme bağlanmayan her açıklamayı eksik bulan, toplumsal hayatın her veçhesini sadece üretim tarzının bir epifenomeni olarak gören ve açıklamayı yapan kişinin siyasi ve teorik sofistikasyonuna göre her şeyin “piyasa” olması, her şeyin “ekonomik“ olması, “esas bakılması gerekenin üstyapı değil de altyapı olması” gibi formlar alan bu açıklamalar sol düşüncenin önemli teorisyenlerini de bıkkınlığa sürüklemiş. 1890 tarihli meşhur mektubunda bizzat Engels “ Gençlerin ekonomik tarafa gerektiğinden fazla önem atfetmesinde kabahat biraz Marx’la bende” demiş, Gramsci Hapishane Defterleri’ni “bayağı ekonomizm”e karşı tiratlarla doldurmuş; Althusser diyalektiğin asil yolunda tarihi olguların ya da üstyapının “ekselansları Ekonomi” karşısında hiçbir zaman kenara çekilmediğinden, ekonominin analizde belirleyici olduğu o yalnız ve “son an”nın hiçbir zaman gelmediğinden dem vurmuş—falan filan.
Tabii burada mesele “siz nasıl Althusser’le Gramsci’nin beğenmediği açıklamalar yaparsınız” değil. Mesele, her şeyi “piyasa,” her şeyi “kapitalizm” olarak gören zihnin baktığı her şeyin üstünden buldozer gibi geçmesi. Her yolun Roma’ya çıkması, her açıklamanın neoliberalizme varması. Zaten her şeyin piyasa ya da kapitalizm olduğunu bilen birinin tek tek olgulara bakmaya, onları anlamlandırmaya çalışmaya ihtiyacı var mı? Mafya dizilerinin popülerleşmesi de “piyasa,” Bir Başkadır’ın çekilmesi de “piyasa,” Ezhel’in TOMA’lar hakkında şarkı yazması da “piyasa,” İsmail Türüt’ün “plan yapmayın plan” diye kusması da “piyasa“... dedikten sonra “piyasa”nın (ya da kapitalizmin, ya da ulus-devletin, ya da ataerkinin) tek başına bir açıklayıcılık gücü olduğuna hala inanmak mümkün mü?
Bireysel olguyla totalitenin ta kendisi arasına hiçbir basamak koymadan bireyde (“canı istediği için”) yahut totalitede (“serbest piyasa dinamikleri”) sabitlenen her açıklama, toplumsal hayatın bu iki seviyenin arasında kalan farklı unsur ve yapıları arasındaki neden sonuç ilişkilerini tespit etmekle vakit kaybedeceğine, varacağı sonuçlar zaten analizin öncesinde belli olduğundan her dem hazır ve nazır bir külyutmazlıkla kendisini gerçekleri dosdoğru gördüğü ya da büyük resmi gözden kaçırmadığı için tebrik edebilir elbette. Ama olguların gerçekten anlaşılmasının ve toplumsal dönüşümün anahtarı, yukarıda ya da aşağıda değil, ortadaki o karışık alanda.