Ocak ayını çok severim. Hem başlangıç hem de kış, daha ne olsun? Gerçi bu sene ne başlangıç başlangıca ne de kış kışa benziyor. “Yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışı” gibi, bitmeyen bir şimdide kısılıp kalmışız sanki. Salgının yarattığı bir hal bu tabii ama ondan ibaret değil, epeydir öyleydi.
Başlangıç olması için bitiş de lazım. Bir şeyler bitecek ki başka bir şeyler başlasın. Zaman kendi üstüne kapanmasın. Tarihi ilerleyen bir şey olarak görmesek de bu böyle. Hızır günlerine geçişi kutlarken de, bir önceki yılın ürününü koca bir ziyafette paylaşırken de. Zamana anlam veren, onu boşluk olmaktan çıkarıp harekete geçiren, biziz aslında. Dünya, biz katıldığımızda dönüyor, zaman oluyor, tarih oluyor. O zaman geçmişten ve gelecekten bahsedebiliyoruz.
Geçmiş, ve bu sayede tabii gelecek hakkında konuşan müthiş bir cilt yayınlandı 2020 biterken: Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Ansiklopedisinin 10. Cildi: Feminizm. Yüz yılı aşkın bir zamanda dünyaya katılmış, tarih yapmış kadınları, onların eşitlik ve özgürlük mücadelesini anlatan koca bir kitap. Feryal Saygılıgil ve Nacide Berber’in editörlüğünde. “Başta, feminizme dair düşünmüş, söz söylemiş, tartışmış, sokağa çıkmış, isyan etmiş, arkadaşıyla dayanışmış, örgüt kurmuş, dergi çıkarmış, çeviri yapmış kadınlar olmak üzere, bu cilde yazarak ya da okuyarak katkıda bulunan, emek veren herkese çok teşekkür ederiz” diyor sunuş yazısı. Bu ifadenin kapsayıcılığına, çağırıcılığına, açıklığına bayıldım. Kapanıp bitmedi diyor okura, seninle, sen okuduğunda, tartıştığında devam edecek bir hikâye bu.
Feryal ve Nacide’nin (ikisi de arkadaşım, “editörler” diyecek halim yok!) üstlendikleri iş öyle böyle bir iş değil. Çok uzun bir dönemi, dallı budaklı bir hareketi, farklı ilişkilenme ve politika biçimlerini anlatacaklar, bunu öyle yapacaklar ki ayrıntıları gözden kaçırmayalım ama onların içinde kaybolup gitmeyelim de. Teorinin griliği ve hayatın yeşilliğini aynı anda görebilelim.
Feminizmin kaça ayrıldığı meselesini değil de feministlerin problem ettikleri konuları esas alarak bence doğru bir karar vermişler. Böylelikle hem farklı yaklaşımları derli toplu okuyabileceğimiz yazılara yer vermişler (Berrin Koyuncu Lorasdağı’nın “Yasal Eşitlikçi Siyasal Hak Talepleri Ekseninde Türkiye’de Liberal Feminizmin Serencamı” yazısı, bunun iyi bir örneği) hem de feminist politikanın temel meselelerdeki seyrini izlememizi mümkün kılanlara (mesela Melda Yaman’ın “Karşılıksız Ev İçi Emek: Teorik ve Politik Tartışmaların İzini Sürmek” yazısı). Bunun önemi, başı sonu, sınırları net olarak çizilmiş farklı feminist “duruş”larla ilgili durgun bir anlatıya hapsolmamayı sağlamasında ve bir o kadar da, her bir meseleyle ilgili olarak bu farklılıkların nasıl ortaya çıktığını göstermesinde. Diyelim karşılıksız ev emeğinin sömürü olup olmadığına ilişkin tartışma 1990’lara gelirken kilit önemdeyken 2000’lerde ev içi emeğin bir sosyal politika konusu olmaya doğru nasıl kaydığını böylelikle fark edebiliyoruz.
Derlemenin güçlü yanlarından biri, feminist düşüncenin politik bağlamını hiç kaçırmaması. Bunun iyi bir örneği, Ruşen Işık’ın “Dekolonyal Bir Feminizme Doğru” yazısı. Türkiye’deki Kürt Kadın Hareketinin tarihsel bağlamını ve bu uzun tarih içindeki iniş çıkışları, düğümleri anlatırken, analitik bakışı elden bırakmayan bir yazı. Özellikle Semiha Arı’nın Gültan Kışanak üzerine çerçeve yazısıyla birlikte okunduğunda, “farklılık” denen şeyin ne anlama geldiğini tam olarak anlıyoruz. (Arkadaşlığın neden politik bir kavram olduğunu da- yazının bununla bitmesini o kadar sevdim ki…) Bu fasıldan, bir başka yazıdan daha söz etmek isterim: Feride Eralp’in “Barış Talebi Feminist Bir Talep midir?: BİKG Deneyimi İçinden Yakın Tarihe Bir Bakış”ı. Kadınların “doğal” olarak barış yanlısı olup olmadıkları türünden bir soruya pek de yüz vermeden, feminist tarihin bir savaş karşıtı mücadele tarihi de olduğunu somut bir deneyim üzerinden anlatan bu yazı, “farklı feminizmler”i de, “farklılıklarımızla birlikte”yi de aşıp, farklılıkların da ortaklıkların da politik mücadele içinde nasıl kurulduğunu, nasıl değiştiğini ve değişmeye devam ettiğini anlatıyor.
Türkiye’de ikinci dalganın beden ve cinsellik meselelerini ancak şiddet bağlamında konuşabildiği yolundaki bitmeyen şikayetlenmeye karşı iki yazı önerebilirim: Suzan Saner ve Şahika Yüksel’in “1980’lerden Günümüze Türkiye’de Feminizm ve Cinsellik” ve Hande Gülen’in “Aşk ve Hazzın Politikası: Çok Aşklılığın Sınırlarında Farklı İlişki Deneyimleri”. Bu iki yazıyı okurken, cinsel özgürlük meselesini ne kadar çok, ne kadar kendi hayatlarımız içinden konuşmuş olduğumuzu hatırladım (Bilinç yükseltme üzerine tek bir yazı bile yok koca ciltte, bunu bir eksiklik olarak belirteyim).
Sunuş yazısının nasıl açılarak, genişleyerek bittiğinden bahsetmiştim. Okuru da hikâyenin bir parçası kılarak. Birkaç yazı, benim için tam olarak bu anlama geldi: bir okur olarak (da) hikâyeye bağlanma imkânı. Bunlardan biri, Sevilay Çelenk’in “Feminist Bilinç ve Pratik: Ayşe Arman’ın De-facto Feminizmi” yazısıydı. Feminizmin canına okuyan bir şeyin, “birey” mitinin cisimleşmiş hali olduğunu düşünüp illet olduğum bu kadına başka bir gözle, başka bir açıdan bakmamı sağladı- bazen birini “kendine rağmen” takdir edebileceğimizi düşündürdü (edebilir miyiz gerçekten?). Bir başkası, Didem Ardalı Büyükarman’ın “Aşkımın Mezarı yahut Popüler Edebiyatın Köşe Taşı Kadın Yazarlardan Feminist Söz Çıkar mı?” yazısı. İlk gençlik yıllarından beri romans okuyan ve üzerine düşünen biri olarak, “o kadar da değil” uyarısı olarak aldım bu yazıyı- yine de tartışmaya devam ediyorum tabii, feminizm de hamilelik gibi midir sahiden, ya öylesindir ya değil? Ve Suna Kafadar’ın “Sanatta Feminist Müdahaleler”. Nevin Yıldırım’ın imgesinin işlendiği çarşafın altına yazılan “Yıkayınca çıkmıyor Nevin size bakıyor” cümlesini hatırlatıp soruyor: “Geri dönüp bakacak mısınız? O bakışı salt bir travma olarak değil, bir oluş, bir gelecek ihtimali olarak sinenizde taşıyacak mısınız?” Bu soru, neden bilmiyorum, Konca Kuriş’in fotoğrafını çağrıştırdı- Ayşenur Değer ve Rümeysa Çamdereli’nin yazılarında yer verdikleri o gencecik, ışıltılı imgeyi. Bu iki kadınla ilgili bildiğim her şey zihnimde birbirine karıştı, bambaşka bir hikâye yarattı.
Okumaya devam ediyorum, kolayca bitecek gibi de değil. Kendi macerama doğrudan bağlanan yazılarla (Zeynep Ceren Eren, “Amargi Dergi”, Nacide Berber, “Perşembe Grubu ve Yeter!”, İnci Özkan Kerestecioğlu ve Aylin Özman, “Türkiye’de Akademi-Feminizm İlişkisi”…) başlayıp oradan devam ettim. Arkadaşlarıma da hep sordum: “hangi yazıyla başladın?”
Bir tarafta benim için kapanmış, bitmiş hikâyeler (bunları hatırlayıp duruyorum tabii ama bir yandan da biliyorum ki geride kaldılar) bir tarafta yeni başlangıçlar, sorular, yürünecek yollar. Bitenlerin bittiğini kabul ettiğimde, başlayacak olana yer açabileceğimi hatırlattı bu okuma bana. Biraz can yakıcı ama daha çok umut verici. Yazanlara, yapanlara, okuyanlara bir teşekkür de benden.