Freud'un Kadın Hastaları
Erdoğan Özmen

Bu en eski acılar içimizde artık

meyve vermesin mi? Sevdiğimizden severek

kopmak, onu titreyerek aşmak çağı değil mi.

                                                                           R.M.Rilke

 

Adam Phillips “Freud Olmak: Bir Psikanalistin Gelişimi” isimli eserinde psikanalizin kuruluş yıllarına ilişkin şunları söyler:

“Bu yıllarda -en azından biyografi yazarının bakış açısından- Freud’un tüm dikkatini cezbeden, genç bir profesyonel olarak gitgide daha çok zaman harcadığı şey, hayranlık duyduğu erkeklerle ruhsal sarsıntı geçiren kadınlar hakkında konuşmaktı (biyografi yazarının tek yapabileceği 1886 ila 1900’de Freud’un sekiz sene içinde altı çocuğu olduğunu tekrarlamaktır). Bu sözü edilen tıp adamları bu kadınların neden mustarip olduklarını ve bu bilgiye dayanarak onlara nasıl yardımcı olabileceklerini bilmek istiyorlardı. Elbette erkek hastaları vardı, ama odak noktaları kadınlardı (Histeri Üzerine Çalışmalar tamamen kadınların vaka tarihçelerinden oluşmaktadır). O halde gerçekten de psikanaliz erkekler arasındaki aşktan doğan bir bilimdir -ya da bir yapay olgudur. Yani erkekler arasında kadınların bedenleri hakkındaki bir sohbet olarak başlamıştır (psikanalizi değiştirecek olan da cinsellik kadar çocuklarla da ilgilenen kadın psikanalistlerin ortaya çıkışıydı). Bu erkeklerin ortak noktası belirli türden ruhsal sarsıntı geçiren kadınların tedavisine duydukları tutkulu ilgiydi (sanki esas meseleleri, sizi rahatsız eden kadınları ne yapabilirsiniz sorusuydu).”[1]

Meselenin can alıcı noktasını ıskalayan oldukça yetersiz bir gözlem ve değerlendirmedir bu. Zira söz konusu kadınlar aynı zamanda eleştiri ve uyarıları, geri-bildirimleri ve olağanüstü içgörüleriyle psikanalizin ve serbest çağrışım tekniğinin icat edilmesinde büyük pay sahibi olmuşlardır. Freud’a rehberlik etmiş, sundukları yaratıcı çözümler ve önerilerle yol açmışlardır. Onun başlangıçtaki “vahşi” yorum ve müdahalelerine sabırla tahammül etmişlerdir. Demek psikanaliz bir açıdan onların da eseri sayılmalıdır. Freud’un cesareti ve dehası sayesinde başardığı şey, geçerli bir hastalık tanısının bile esirgendiği, o zamana kadar tıp tarafından neredeyse dikkate alınmayan o kadınların adımlarını takip etmek olmuştur. Ama binlerce yıldır süregelen ve kadın-erkek ilişki ve konumlarını düzenleyen dinlerin, geleneklerin, ataerkil yapı ve zihniyetlerin cadılık/şeytanilik, şehvete ve harama düşkünlükle malul saydıkları kadının varlığını kontrol etme ve bastırma jesti psikanalizin kuruluşunda da  çoktan iş başındaydı belki. Çünkü söz konusu bu başlangıca rağmen temel psikanalitik ekseni oluşturan Oidipus karmaşası/teorisi erkek çocuğun başrolde olduğu bir baba karmaşası olarak ortaya çıkmıştır. Toplumsal/kültürel alanda geçerli olan, dahası belli bakımlardan toplumsal/kültürel alanı yapılandıran cinsiyet rejimi, binlerce yıldır katı biçimde sınırları çizilmiş  ve düzenlenmiş cinsiyetler-arası ilişki kalıpları Freudçu psikanalizin çocuk gelişimine, kadın/erkek oluşa ilişkin ileri sürdüğü tezleri de bir ölçüde yapılandırmıştır.

                                      ***

Başlangıçta anne-çocuk birliği/bütünlüğü, çocuğun Öteki ile kökensel ikili ilişkisi vardır. Bu ikili bütünlüğün/yapının, yani çocuğun annenin (ilk Ötekinin) sözcükleri ve arzusuyla (Ötekinin dikte ettiği hikayeyle) tam bir örtüşme içinde olduğu durumun sürmesi, bir tür psikotik yapı içinde takılı kalmak anlamına gelecektir. Bu yapının dışına çıkma, bu ayrılığı/kopmayı gerçekleştirme kapasitesi, diğer yandan kendini arzulayan bir varlık olarak var etmenin koşuludur demek ki. Ayrılmanın gerçekleşmesini sağlamak için, Öteki (anne) belli bir tamamlanmamışlık, yetersizlik, yanılabilirlik işareti göstermelidir.

“…yani öznenin ortaya çıkışına tanıklık edebilmemiz için annenin kendisinin de arzulayan (demek ki eksik ve yabancılaşmış) bir özne olduğunu, dilin bölen/yasaklayan (splitting/barring) işleyişine tabi olduğunu göstermesi gerekir.”[2]    

Demek o bütünlüğün/birliğin bozularak ayrılığın gerçekleşmesi, üçüncü terim olarak babanın (ya da işlevinin; Babanın Adı’nın) o ikiliğe müdahalesinden çok öncedir.

“Ayrılmada yasaklı/üstü çizili bir Öteki’den (barred Other), yani kendisi de bölünmüş olan ebeveynden yola koyuluruz: söz konusu ebeveyn (bilinçdışı olarak) istediği şeyin (bilinçli olarak) her zaman farkında olmayıp arzusu müphem, çelişkili ve daimi bir akış içindedir. Özne -metaforları birazcık değiştirerek söylersek- yabancılaşma yoluyla bu bölünmüş ebeveynde kendine üzerinde duracağı bir zemin bulur: özne kendi varlığının eksikliğini (lack of being; manque-a-etre) Öteki’deki eksikliğin ortaya çıktığı yerde konumlandırır. Ayrılmada, özne anne-Ötekinin -onun başka şeylere yönelik arzusunun çeşitli görünümleriyle işaret edilen- eksiğini (mOther’s lack) kendi varlığındaki eksiklikle, henüz geçerliliğini yitirmemiş benliği ya da varlığıyla doldurmayı dener. Kendi benliğiyle doldurmak amacıyla Öteki’nin eksiğinin kesin sınırlarını araştırarak, bu iki eksiği kazarak ortaya çıkarmaya, araştırmaya, hizalamaya ve birbirine bağlamaya çalışır.”[3]   

İnsanın tüm gelişimi boyunca söz konusu ayrılma (ve demek ki kayıp) olayının bir benzeri daha yoktur belki de. Çünkü, henüz bir benlik duygusuna bile sahip değilken, yalnızca farklılaşmamış bir duyumlar ve gerilimler salkımından ibaretken, kendi bedenimizi dahi ayırt edemez, annenin bedenini kendi bedenimizin basit bir uzantısı gibi algılar haldeyken, doğrudan ve aracısız bir temas içinde olduğumuz bir bedenden/nesneden/anneden ayrılma, böylece içinden geçtiğimiz benzersiz bir kayıp deneyimidir bu. Sonraki tüm ayrılma ve kayıp deneyimlerinin prototipi, onların şiddet, kapsam ve biçimini belli ölçülerde koşullayacak ve güdüleyecek ilk-örnek, ilk kalıptır. Böylece sonraki hayatlarımızın üzerine düşen daimi bir melankolinin gölgesinden söz açmış oluyoruz demek ki. Demek tamamıyla tabi, muhtaç ve bağımlı olduğumuz ilk nesneden  ayrılmanın/kopmanın güçlüklerinden ve öneminden. Diğer yandan, bunun aynı nesneyle belli bir bağı muhafaza eden tamamıyla kendine özgü bir ayrılık oluşundan. Dahası söz konusu anne-çocuk bağ ve ilişkisinin bildik anlamda bir bağ ve ilişki olmadığından, neredeyse içine doğduğumuz bir matris gibi olduğu için o ayrılık ve kaybın da bildik anlamlarıyla düşünülmemesi gerektiğinden.

Ama işte annenin arzusunun, merak, heves ve sözlerinin bilmecemsi hareketleri ve yönelişleri, yükseliş ve düşüşleri, artış ve eksilişleri sayesinde çocuk da kendi arzulu varlığına doğru yola koyulur. Kendi asıl doğumuna doğru. Çünkü, çocuğun ilk nesneyle/bakım veren kişiyle/anneyle ilişkisi, çocuğun maddi ihtiyaçlarının karşılandığı noktanın ötesine her geçişle birlikte annenin arzuladığı şeyin ne olduğu sorusuna yakalanarak biçimlenir. Bu noktadan itibaren baba (ya da baba işlevi) ödipal sahneye dahil olur.

“Çocuk ebeveynin söylediklerinde deşifre edilemez olan şeyi kavrar/yakalar. Çocuğun ilgisi ebeveynlerin sözleri arasındaki mesafede yer alan belli bir şeye yöneliktir. Annenin söylediklerini niçin söylediğini deşifre etmek için satır aralarını okumaya çalışır: X’ten söz ediyor, iyi de bana bunu niçin anlatıyor? Benden ne istiyor? Daha da genel olarak, o ne istiyor? Lacan’a göre çocukların sonsuz “niçin”leri  şeylerin nasıl işlediğine ilişkin doyurulamaz bir merakın işaretinden ziyade, o şeylerin nereye oturtulacağına, hangi mertebeye ait olduklarına ve ebeveynlerinin gözünde hangi önemi taşıdıklarına yönelik bir ilgidir. Çocukların asıl ilgilendiği (kendileri için) bir yeri garantilemek, ebeveynlerin arzu nesnesi olmak -arzunun yüzünü gösterdiği satır aralarındaki o yere yerleşmektir, çünkü sözcükler arzuyu ifade etmek için kullanılmakla birlikte, bunu layıkıyla yapmak konusunda hep başarısız olurlar.”[4]  

Demek annenin arzusu tarafından, annenin arzusunun başka bir şeye, dışarıya yönelmesi sayesinde bir alan açılır ve hem annenin arzusunun göstereni olarak Babanın Adı hem de bizzat çocuğun arzusu bu açılan alana yerleşerek vücut bulur. Orijinal anne-çocuk ikili ilişkisinin, yani özneye gösterilen olarak annenin arzusunun yerini annenin arzusunun göstereni olarak Babanın Adı’nın alması işleminin  motoru yine annenin arzusudur. Meşhur Lacancı formülü de (“İnsanın arzusu Ötekinin arzusudur”/ “İnsan Ötekinin arzuladığı şeyi arzular”/ “İnsanın arzusu Ötekinin arzusu ile aynıdır”) bu bağlamda düşünebiliriz demek ki.

                                       ***

Çocuk annenin eksiğini bütünüyle gidermek, onun tüm arzu alanını doldurmak (eksik ve arzu eş-zamanlı, eş-kapsamlıdır)  için kılıktan kılığa girerek elinden gelen tüm çabayı sergiler. Anneyi büyülemeye çalışır. Anneyi yalnızca kendisi için, bütünüyle kendisine ister. O, annenin her şeyi olmalıdır.

“Çocuklar kendilerini annelerinin tüm kapris ve hevesleriyle hizalayarak, onun (annenin) arzusunun mahallini tümüyle ortaya çıkarmaya soyunurlar. Annenin isteği çocuklar için buyruk, arzusu ise taleptir. Çocuğun arzusu anneninkine tam bir tabiyet içinde doğar.

***

Burada ileri sürülen şey annenin eksiği ile çocuğunkini tamamen üst üste getirme eğilimidir, yani anne ile çocuğun arzularını bütünüyle çakıştırma çabasıdır.

Ne var ki, bu boş ve gerçekleştirilemez bir momenttir. Çünkü ne  kadar çabalarsa çabalasın çocuğun annenin arzu alanını bütünüyle tekeline alması oldukça nadirdir, buna nadiren imkan bulur. Çocuk nadiren annenin tek ilgi odağı olur ve bu yüzden de iki eksik asla bütünüyle örtüşmez: özne arzu “alanının” en azından bir kısmını elinde tutmaktan engellenmiş, yasaklanmıştır.”[5]

Tüm bu canhıraş çaba ve meşguliyetin amacı, çocukta gerilim artışına ve acıya yol açan dürtüsel uyarıma mutlak bir yanıt bulmak, uyarımın ortadan kalktığı, huzur ve dengenin sağlandığı duruma ulaşmaktır. Annenin de eksik ve arzulayan bir varlık olduğunu gösteren tüm o gidiş ve gelişleri söz konusu beklentiyi yok ederek bir dönemi  sonlandırır. Hayatlarımıza eşlik eden daimi huzursuzluk, bırakılmışlık ve hüsran çağı böyle başlar. Dahası beklenti ve hüsran ruhlarımıza aynı biçimde kaydolur. Eksikliğin keşfi (bu travmatik keşif) ile ayrılma edimi eş zamanlı olarak gerçekleşir. Ya da şu: kendi yolumuzu bulmamızın, kendimizi özerk ve “özgür” bir özne yapmaya koyuluşumuzun, yeni seçimler yapma olgunluğuna yükselişimizin gerisinde daima bir kayıp/hüsran yaşantısı ve anı vardır.

Evden ayrılırız, ilk evimizden. Hazzın, haz ilkesinin ötesine geçeriz. Kendimizi ıstıraplı ve huzursuz bir varoluşa teslim ederiz. Haz ve zevk (jouissance) arasında gerilmiş ve parçalanmış bir varoluşa.   


                                 

[1] A. Phillips, Freud Olmak: Bir Psikanalistin Gelişimi, Çev. Şahika Tokel, YKY, 2014, s.106

[2] B. Fink, The Lacanian Subject, Princeton Uni. Press, 1995, s. 53-4 (Türkçesi, Lacancı Özne, çev. Kemal Güleç, Encore Yayınları, 2020)

[3] A.g.e., s. 54.

[4] A.g.e., s. 54.

[5] A.g.e., s. 54-5