Rüzgarda Salınan Nilüfer, Aç Gezen Kadınlar
Sezen Ünlüönen

2018’de yapılan bir röportajda İngiliz yemek yazarı Nigella Lawson yemek yazarlığına başlamadan önce yaşadığı tereddütleri şöyle ifade etmiş:[1] “Kadınlara yemeği hazırlayıp sunmaları ama tüketmemeleri öğretilir.” Zimbabveli yazar Tsitsi Dangarembga’nın Ruhsal Bozukluklar (Nervous Conditions) romanından da benzer bir sahne aklımda kalmış—köydeki geniş ailenin kadınları saatlerce uğraşıp yemeği hazırlıyor, adamlar gelip yemeğin en güzel yerini (et!) yedikten sonra kadınlar erkeklerden arta kalanlarla karınlarını doyurmaya çalışıyor.  Bu açlık Zimbabve’nin köyünde kısıtlı kaynakların daha makbul kanallara (yani erkeklere) aktarılması nedeniyle, günümüz İngiltere’sinde ise kadınlara uygulanan zayıf olmak baskısıyla ortaya çıkıyor olsa da netice aynı. Afrika’da ücra bir köyde okuma yazma bilmeyen kadınlarla İngiltere’de lord bir babanın kızı olarak dünyaya gelmiş, Oxford’da okumuş Lawson aynı noktada birleşiyor: erkeklerin karnı doyuyor, kadınlar aç geziyor.

Yemeğin feminist bir ilgi alanı olduğunu zaten ne zamandır söyleniyor: yemeğe erişim hakkı, yemeğin hazırlanmasının genel olarak kadınlara ait bir sorumluluk olarak görülmesi, ayrıca anoreksiya ya da bulimiya gibi yeme bozukluklarının çoğunlukla kadınlarda görülmesi toplumsal cinsiyetin yemekle kesişim alanlarından bazıları. Ben burada yemeğin hem varoluşsal, hem feminist bir mesele olarak ele alındığı Seren Yüce’nin 2016 yapımı filmi Rüzgarda Salınan Nilüfer’e odaklanacağım.

Film Bostancı’da (Kadıköy sayılır!) bahçeli dubleks bir dairede oturan, iki arabası olan, kızları Aleyna’ya piyano dersleri aldıran, yani ikameti üst ortasınıfa aldırmak için ne gerekiyorsa yapmış bir çiftin, Handan ile Korhan’ın hayatlarını konu alıyor. Filmin Handan’la Aleyna’sı da İngiltere’nin Nigella Lawson’ı ya da Zimbabve’nin köylü kadınları gibi kadınların yemeğe erişimi konusundaki mesajı almış, aç geziyorlar. Hatta Handan’ın da bir noktada söylediği gibi, henüz on yaşında olmasına rağmen  zayıflık hevesinden ötürü Aleyna’nın “açlıktan ağzı kokuyor.” Herkes tas kebap pilav yerken Handan yoğurt kaşıklıyor, beraber gittikleri lokantada Aleyna keçi peynirli salata söyleyince “Adam gibi bir şey yesene” diye azarlayan Handan’ın kendisi de somonlu salata yiyor. İnternetten tanıştığı bir kadınla kaçamak yapmaya kalkan Korhan kadını görünce fotoğraflarındaki kadar zayıf olmadığı için bozuluyor. Kendisinin yediğine içtiğine dikkat etmediği ayan beyan ortadayken kadına spora gitmesini, kilo vermesini salık veriyor ve oldukça manidar bir biçimde kadının kurduğu sofradan gelişi güzel birkaç şeyi aceleyle ağzına tıkıştırdıktan sonra kadınla nezaketen bir sohbet bile etmeden kalkıp gidiyor.

Ama mevzu orada da kalmıyor. Çünkü filmde sadece Handan değil, Korhan da yemekle “sağlıklı” bir ilişki kurmaktan aciz. Film Korhan’ın kameranın (ve kamerayla aynı yerde durduğu varsayılan izleyicinin) üzerine doğru işemesiyle açılıyor. Bu ilk sahne seyircide bir rahatsızlık hissi yaratmak üzerine kurulmuş gibi. Hemen ardından kendi evlerinde çöpten çıkardığı şöbiyeti yerken görüyoruz Korhan’ı. Yemeğin neredeyse başrolde olduğu bu film, en başından Korhan’ın yemek, sindirmek, boşaltımla neredeyse saldırgan (üzerimize doğru işemesi), ihlale dayalı, “sağlıksız” bir ilişki kurduğunu bize öğretiyor. Korhan, yemeğin “beslenme,” hayatta kalma vesilesi olduğu bir  çerçeve içinde değil, sindirilip vücuttan atıldığı ya da bozulup çöpe atıldığı evrelere daha yakın, ama buralarda hem içgüdüsel hem toplumsal olarak içinde bulunmak istemeyeceğimiz (üzerimize işenmesi, çöpe atılmış yemeği çıkarıp yemek) davranışlar içindeyken çıkıyor karşımıza.

Ama Rüzgarda Salınan Nilüfer’in yemeği anlayışı üç aşağı beş yukarı herkesin üretebileceği “erkekler kebap, kadınlar salata yer” türü gözlemlerle kısıtlı değil. Yemek filmde çok daha geniş sorunları düşünmenin bir yolu olarak kendine yer bulmuş. Sözgelimi “Çin mi yiyelim, İtalyan mı” diye restoran beğenemedikleri için saatlerce aç gezmelerini kendi sınıflarının Komünist Manifesto’da bahsedilen türden kozmopolitleşen tüketim alışkanlıkları üzerinden okumak mümkün elbette. Tarihçi Rebecca L. Spang de Restoranın İcadı (The Invention of the Restaurant) kitabında restoranların Fransız Devrimi’nin ertesinde siyasileşmemiş sosyallik biçimleri sunarak toplumsal çalkantıların yatıştırılmasında oynadığı rolden bahseder. Handan ve Korhan da ne gerçek bir toplumsallık ne de bir anlamlı bir siyasi oluş içinde olduklarından bütün boş zamanları yemek yemek ya da yemek hakkında konuşmakla geçiyor gibidir.

Yemenin temel olarak sağlıksızlaşmış bir tüketim biçimi olması Korhan’la Handan’ın hayatlarının diğer alanlarına da sirayet etmiştir. Kitabını okumadıkları yazar dostları Şermin’le, yazarlığına gösterdikleri bu ilgisizliğe rağmen bir “kitap kafe” açmak ister Handan—yazarlık, edebiyat da yiyecekleştirilmeli, hızlı tüketime uygun hale getirilmelidir. Handan’ın yazmaya kalkıştığı kendi kitabında da Vanlı ondört yaşında bir kız vardır, çünkü Handan hayatında hiç Van’ı görmemiş olsa da kız kaçıp İstanbul’a gelince Van kahvaltıcısında çalışır diye düşünmüştür. Çin de İtalya da Van da tüketilecek birer yemek çeşidinden ibarettir.

Yemek filozofu David M. Kaplan yemeğin dünyadaki diğer “nesne”lerden farklı olduğunu, çünkü yediğimiz ve sindirdiğimiz şeylerin vücudumuzun, benliğimizin bir parçası haline geldiğini, yani özne ile nesne arasındaki ayrımı belirsizleştirdiğini söyler. Aynı şeyi daha doğrudan da söyleyebiliriz elbette, yemek sadece bir sosyalleşme çeşidi, bir tüketim biçimi değildir; aynı zamanda hayatta kalmanın, beslenmenin, doymanın, büyüyüp gelişmenin yolu ve şartıdır. Bu nedenle Handan’ın içinde bulunduğu şartların elverişsizliğini en iyi gösteren unsurlardan birisi Handan’ın yemek yemek istediğinde dahi bir türlü arzuladığı şekilde “beslenememesidir:” evlerinde çalışan Kadriye Hanım Handan’ın dilediği yemekleri yapamaz bir türlü, Handan sebze ister, Kadriye Hanım et pişirir; Handan zeytinyağlı ister, Kadriye Hanım kızartma yapar.  Özetle Handan’ın bolluk içinde çektiği fiziksel açlık, tam da toplumsal cinsiyet rollerine uygun hareket etmekten doğan şartlarının, yani imkanı olduğu halde bir mesleği, bir ilgisinin, yakın ilişkiler kurduğu dostların olmayışının, hayatına bir anlam hissi getirecek hiçbir işinden ucundan tutmayışının, kendi evinde yemeği yardımcısına yaptırıp kocasının ayarlayacağı bir kafe işletme hayaller kurmasının, ama tek başına gidip dükkan bakmaktan dahi geri durduğu için bu hayalleri hayata geçiremeyişinin, çıkışsızlığının, manevi açlığının bir metaforu haline gelir.

Bir insan olarak sorumluluk alacağı, olgunlaşıp kendini gerçekleştireceği hiçbir alan olmadığı için (ve hep tüketip hiç üretmediği için) film boyunca gitgide çocuklaşarak kızıyla aynı insana dönüşür: ikisi de Korhan’dan şu ya da bu iş için para ve izin ister, ikisi de zayıf ve güzel olmak için aç gezer, ikisi de aynı maymun iştahlılıkla Korhan’ın finanse ettiği bir hobiden diğerine hiçbirinde sebat göstermeden atlar durur. Handan’ın Aleyna’nın Şermin’in oğluyla öpüştüğünü öğrendiğinde verdiği tepki, cinselliğin gelişiminin hayatın ve erişkinliğe doğru ilerlemenin doğal bir parçası olduğunu anlayan yetişkin bir kadın gibi değil, hala latens evresinde bir çocuk gibidir: “Ay iğrenç.” 

Filmin sonunda tabak kırdım diye içini çeke çeke ağlayıp kocasının boynuna sarılarak teselli edildiği sahneyle çocukluğa dönüşü tamamlanır Handan’ın. Ne de olsa, beslenmeyen büyüyemez.


[1] https://www.thecut.com/2018/10/nigella-lawson-on-food-feminism-and-men-in-the-kitchen.html