Bir vakitler “hikâye anlatma!” denirdi. Boş konuşma, afakî lâfları bırak, manâsına. Günümüzdeyse, hikâye aranıyor, hikâye anlatılsın isteniyor.
***
Recep Tayyip Erdoğan 2016’da babasının adını taşıyan okulu açarken “Bizim hikâyemiz aslında Türkiye’nin hikâyesidir,” demişti: “Kaptan Ahmet Erdoğan’ın ve oğlu Recep Tayyip Erdoğan’ın hikâyesi.” Erdoğan’ın kendi sesinden “unutulmaz konuşmalarından” derlenen bir klip, “Bizimki bir aşk hikâyesi” adını taşıyor.
Bir zamandır, iktidarın dekadansı, “iktidarın hikâyesi kalmadı” diye özetleniyor.
Muhalefet, “başarı hikâyesi” arıyor. Ekrem İmamoğlu mesela, “İmamoğlu hikâyesi” diye anılıyor, “hikâyesi olan adam” diye takdim ediliyor. Siyaset ve toplum analisti Bekir Ağırdır bir söyleşisinde muhalefetin en büyük sorununu “heybesindeki başarı hikâyesi azlığı” diye tanımlamış; onun son kitabının adı da: Hikâyesini Arayan Gelecek.
***
Walter Benjamin’in ünlü “Hikâye anlatıcısı” denemesini hatırlamamak elde mi? 1936’da yayımlanan yazısında Benjamin, hikâye anlatıcısının yitişinden dem vuruyordu. “Birisi hikâye dinlemek istediğini söylediğinde utanıp sıkılanlara… gittikçe daha çok” rastlıyoruzdur. “Deneyimin giderek daha az aktarılabilir hale gelmesi” yüzünden “ne kendimize ne de başkalarına verecek aklımız yok”tur artık. Az buz bir kayıp değildir söylediği: “Sanki kesinlikle bizim olan, kaybetmeyeceğimizden emin olduğumuz melekelerimizden biri, deneyimlerimizi paylaşma yeteneğimiz elimizden alınmış gibi.” Çünkü deneyim (“ağızdan ağza anlatılan deneyim”) gitgide değer kaybediyordur. Çünkü kapitalist modernliğin dekadansı, derinleşen yabancılaşma, sistemin manipülasyon gücü, deneyimi boşa çıkarıyordur, yalanlıyor, yalan haline getiriyordur.[1]
***
Benjamin’in karamsar yorumunda bir kat daha aşağı inelim… Çağdaş bir yazarın, W. G. Sebald’in eserleri bağlamında geliştirilen “felâket-sonrası hikâye anlatıcılık”[2] kavramı var. Esasen 2. Dünya Savaşı ve Yahudi Soykırımı tecrübesinin ardından, yaşamadığı bir geçmişin hikâyesini kurma deneyini anlatıyor. Enkazdan çıkarılabilen parça bölük bir şeylerle hikâye kurmak çabasıdır bu. Mekânlar, kişiler, imgeler, metinler ve her nevi veriler arasında bağlantılar kurmaya çalışan zihin, paranoyakça bir “her şeyi bağlantılandırma kuruntusuna” esir düşebiliyordur. Hikâye anlatma, bunun için de hikâye kurma ihtiyacının yan tesiri… Belki zamanımızda da, art arda gelen boy boy felâketlerin yeniden ürettiği bir ihtiyaç –ve bir yan tesir…
***
Benjamin'in hikâye anlatıcılığının ölümünü haber verişi aceleci bir kehanet miydi peki? Günümüzdeki hikâye bolluğunu ve hikâye talebini düşünürsek? Sadece siyasetteki hikâye ‘arzusundan’ bahsetmiyorum. Televizyon dizileri üzerimize hikâye sağanağı yağdırıyor, üzerlerine konuşuyor da konuşuluyor… Reklamlar hikâye anlatıyor. Storytelling, hikâye anlatmak, bir pazarlama yöntemi olarak kurumlaştı. Hikâye bolluğunun doyuramadığı bir hikâye açlığı var, değil mi?
Belki, yine Benjaminci bir kavramı eğip büküp, teknik olarak üretildiği çağda hikâyenin, hikâye anlatıcılığının durumundan söz etmek lâzım. Mesele, yine Benjamin’in derdine ortak olursak, hikâye kesreti ile deneyim nedreti arasındaki ilişki; hikâyeyle deneyim arasındaki ilişkinin kopukluğu veya zayıflığı. Ki, felâket-sonrası hikâye anlatıcılığının da sorunu, bu.
***
Benjamin, hikâye anlatıcılığının yitişinden yakınırken, onu bir kader gibi düşünmemiş, tersine hikâye anlatma gücünü, kabiliyetini dünyanın kötü gidişatına direnmenin, insanî olanı ‘kurtarmanın’ bir yordamı olarak görmüştü.
Değil mi ki hikâye, bir müşterek hayat bağı içinde, ortak deneyimlerin ağı içinde mümkündür. Daha doğrusu, ortak deneyim bağlarına temas eden hikâye, sahicilik gücü kazanır. Hikâye anlatmak, o ağı onarma gücüne de, incecik bağları güçlendirme gücüne de sahip olabilir. Amerikalı yazar Joan Didion’un bir kitabının adı: “Yaşayabilmek için, hikâyeler anlatırız birbirimize.”Susan Sontag’ın oğlu David Rieff, aynı sözü kanser hastası annesinin son günlerini anlatırken sarf etmiş: “Yaşayabilmek için, hikâyeler anlattık birbirimize.” Veya, “hikâye anlatıcısı” lâkabıyla payelendirilmiş Danimarkalı yazar Karen Blixen, demiş ki: “Tüm acıların altından kalkılabilir, yeter ki bu acıları hikâyeye dönüştürmeyi bilin.” Hikâyeye dönüştürmek: katlanma bilgisi mi, sebat ahlâkı mı, direniş yakıtı mı?
Susan Sontag demişken… Sevilay Çelenk, Sontag’ın, hikâyelerin her zaman orta yerde olduğunu söylediğini hatırlatmıştı: Gereken, onları seçen bir gözdür.[3] Hikâyelerin farkına varılmasına sağlayan göz, ve söz, müşterekliğin ağlarını da genişletebilir böylelikle.
Marx’ın ünlü “anlatılan senin hikâyendir” sözünü hatırlamamak elde mi? Kapital’de Romalı şair Horatius’dan nakille kullanılan bu sözün hikmeti, hikâyeyi dinleyeni, hikâyenin içine çağırmasında.
Horatius’un kinik metnindeki özgün ifadesine gidersek, şöyledir: “Ne gülüyorsun? İsimleri değiştir hele, anlatılan senin hikâyendir.” O “Ne gülüyorsun?”, başkalarında gülünç görünenin onlara has bir gülünçlük olmadığını, bizimle de ilgili bir mesele olduğunu ihtar eder. Başkalarının acısıyla, felâketiyle ilgili de söyleyebiliriz aynısını – hele, başkasının felâketine gülmenin, ar perdesini yırttığı zamanımızda.
Bir parantez açıp, “isimleri değiştir hele, anlatılan senin hikâyendir”e bir şerh düşmeden edemiyorum. Biliyorsunuz, bazı isimler var ki, bazı dillerdeki isimler… başkalarının, onların hikâyesini kendi isimleriyle tasavvur etmesi zor. Çünkü, kimi hikâyeler bir dildeki isimlere mahsus olabiliyor. Leylan’ı düşünün isterseniz, Selahattin Demirtaş’ın hikâyesini anlattığı.
***
“Anlatılan senin hikâyendir” sözünün, hikâyeyi dinleyeni hikâyenin içine çağırmasındaki hikmeti tekrarlayalım. Hannah Arendt’in şu ikazıyla birlikte düşünelim bunu: “Herhangi bir olayın canlandırılması için hikâye anlatacak ve anlamını nakledecek olan kimselerin zihinlerinde tamamlanmamış olması gerekir…”[4] Hikâyeyi masaldan, meselden, destandan, efsaneden ayırt eden bir unsur değil mi bu?
Belki demokratik bir siyasetin ihtiyacını ve farkını da buradan hareketle tanımlayabiliriz: hikâye diye masal, destan, efsane anlatmak yerine, tamamlanmamış ve dinleyenleri de katan hikâyeler... Dinleyenleri de dinleyerek, dinleyenlerle konuşarak, -yani birbirine-, hikâye anlatmak. Deneyim paylaşmanın, deneyimde ortaklaşmanın aracı olarak, ucu açık, devamını beraber yazmak üzere hikâye anlatmak… Esas başarı hikâyesi, işte ben ona derim!
[1] Walter Benjamin: Son Bakışta Aşk. Çev. Nurdan Gürbilek-Sabir Yücesoy. Metis 2012 (6. basım), s. 77-80.
[2] Luisa Banki: Post-katastrophische Poetik. Wilhelm Fink Verlag, Paderborn 2006.
[3] https://www.gazeteduvar.com.tr/bir-baskadir-karsisinda-tereddut-imkanimiz-makale-1504886
[4] Geçmişle Gelecek Arasında, çev. Bahadır Sina Şener, İletişim Yayınları 2004, s. 17.