Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılan rektör ataması geniş bir şekilde tartışılıyor ve hak ettiği gibi bir tepkiyi tetiklemiş durumda. Benzeri tartışmalı atamalar daha önce başka üniversitelere defalarca yapılmış, fakat muhtemelen başka üniversiteler “sıradan” bulunduğu için şimdiki kadar tepki çekmemiş, tartışılmamıştı. Bu tartışmalar/tepkiler sırasında rektör atanan kişinin akademik olduğunu iddia ettiği çeşitli çalışmalarında başka akademisyenler tarafından yayınlanmış akademik eserlerden referanssız alıntılar olduğu somut örneklerle desteklenerek iddia edildi. Alıntı yapılan kaynağa atıf yapmanın akademik yazının olmazsa olmaz etik kuralı olduğu dikkate alındığında oldukça ağır olan bu iddialar karşısında, rektör atanan kişi “o işler o zaman öyle değildi” babından bir açıklama yaparak akademik hayata mesafesini bir kez daha ve biraz daha ilerleterek ortaya koydu. Türk akademisini düzenlemekten ve denetlemekten sorumlu olduğu için resen harekete geçmesi beklenen yüksek kurum ise “atama yasalara uygundur” türünden “şekilci” bir açıklamayla yetindi. Bu sırada meseleyle hiçbir alakası olmayan bir elit tartışması başlatılarak, kargaşa yaratıldı ve dikkatler liyakat tartışmasından uzaklaştırıldı.
Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğü için yapılan tercih ve bu tercihe yönelik eleştirilerin karşılanma şekli AKP’nin “kültürel iktidar” olma anlayışını, stratejisini ve kapasitesini anlatan bir temsili vaka olarak değerlendirilebilir. Tıpkı, kamusal tartışmanın sadece lisanslı figürler tarafından yapılabilmesi, sadece troller ve trolleş(tiril)miş figürlerin lisanslanması ve akla hakaret ve sığlık örnekleriyle boca edilmesi gibi. Tıpkı sanki memleketin başka bir ekonomik potansiyeli yokmuş gibi yapıp; toprağını rant elde edilecek veya maden çıkarılacak kaynak olarak değerlendiren inşaatçı ekonomi anlayışında olduğu gibi. Tıpkı akıl, bilim, eşitlik, özgürlük, vatandaşlık, demokrasi diyen toplum kesimlerini sindirip; kadınların kot pantolon giymesini, kaşını aldırmasını, başını açmasını, evlilik yaşının çocuk yaşlara çekilmemiş olmasını mesele eden zevatın üniversite kürsülerinde, belediye konferanslarında, televizyon ekranlarında ve çeşitli makam ve mevkilerde kıymetlendirmesi gibi.
Her ne kadar Erdoğan “sıra kültürel iktidarda” mealinde bir ifadeyi birkaç yıl sonra kullanmış olsa da, AKP’nin kültürel iktidar olma arayışının/iddiasının kökenleri siyasi iktidarını konsolide ettiği 2011 sonrasına ve AKP’nin kendisine yeni bir kimlik tanımlama girişiminde bulunduğu 2012 yılına kadar götürülebilir. Adı konmamış olsa bile en başından ifade ediliş şekli itibarıyla, AKP’nin kültürel iktidar olma iddiası İslamcı bir iddiaydı ve bu bakımdan AKP liderliğinin İslamcı kökenleriyle yeniden ilişki kurma girişimini ifade etmekteydi. AKP bu girişimi, İslamcılık ithamlarına/gayri-meşrulaştırmasına maruz kalmamak için geliştirdiği Muhafazakâr Demokrasi söylemini terk edebilme özgüvenine kavuştuğunda yapmıştır.
Kültürel iktidardan amaç 200 yıllık modernleşme/Batılılaşma tecrübesinin bütün kurumsal, normatif, toplumsal, kimliksel ve saire sonuçlarıyla beraber reddedilerek, ortadan kaldırılamıyorsa bile gayri-meşrulaştırılması, sindirilmesi ve tahrip edilmesidir. AKP liderliği böylece 200 yıldır dışlandığını, bastırıldığını, zayıflatıldığını, paryalaştırıldığını iddia ettiği İslami kimliği, karakteri, toplumu, düşünceyi yeniden meşru, makbul ve hâkim kılarak İslam’a/İslamcılığa hizmet etme iddiasındadır. Bazen 200, bazen 100 yıl önce açıldığı iddia edilen parantezin kapatılmasından, bazı AKP çevrelerinin kullandığı restorasyon ifadesinden kastedilen de budur. Burada, orijinal olduğu öne sürülen bir İslami kimlik varsayılmakta, Batıcı/Kemalist paradigmanın yıkılmasıyla bu “orijinal” İslami kimliğin kendiliğinden yükseleceği, hâkim olacağı öngörülmektedir.
Bu şekilde tanımlanmış bir kültürel iktidar olma projesi AKP’nin sadece demokrasiyle mesafesini belirlemekle kalmaz, aynı zamanda onun İslamcılıkla kurduğu ilişkinin, “İslamcı” karakterinin özellikleri hakkında da bir fikir verir. AKP’nin kültürel iktidar olma projesinin ifade ettiği “İslamcılık”, tarihsel mirasımızla ve mevcut toplumumuzla reddiye dışında bir ilişki kuramadığı için yüzleşemeyen, yüzleşemediği için de bir (İslami) alternatif geliştirme niyeti ve kapasitesi olmayan bir İslamcılıktır. Zira AKP’nin kültürel iktidar projesinin sofistikasyonu —Batıcı/Kemalist paradigmayı bastırınca İslamcı/İslami/yerli paradigma yükseleceğini varsayması bakımından— Pascal prensibini göstermek için kullanılan U borusu düzeyindedir. Bastırmak için iktidar olmak ve iktidarın zorlayıcı gücünü serbestçe kullanmak gerekir. Dolayısıyla, bütün gücü elinde toplayan ve Batıcılığı bastırmak için seferber eden bir siyasi teşkilat olarak AKP, İslam’a/İslamcılığa hizmetin ta kendisidir. Bu halde, AKP’ye muhalefet etmek, onun gücünü sınırlandıracak demokratik ilkeleri savunmak otomatikman ve kaçınılmaz olarak Batıcılık, Batılı paradigmalara ve epistemolojilere esaret alametidir. Nitekim, AKP evrensel insan hakları ve demokrasi normlarını, hukuk ilkelerini Batı kökenli oldukları gerekçesiyle/mazeretiyle reddederek gücüne güç kattı.
AKP’nin İslamcı kültürel iktidar olma projesi en başından itibaren, kendi İslami alternatifinin güzelliğini, doğruluğunu, geçerliliğini göstermeye dayanmadı. AKP, kültürel bir iktidar değil, yalnızca iktidar olmaya çalıştı. Muktedir oldukça kültürel (iktidar) olacağını varsaydı. Hal böyle olunca “çekiciliği” ister istemez dağıtacağı iktidar nimetlerinden ya da kullanacağı iktidar sopasının korkusundan kaynaklandı ve onlar kadar oldu.
Bu iktidar odaklılığa ve güç biriktirmeye mesafeli/karşı olan herkesi, İslami bir çerçeveden konuşsa bile, Batılı/Batıcı paradigmaların esiri olmakla itham edip, düşmanlaştırdı. Kendisine muhalif veya mesafeli duranları, esiri oldukları Batılı paradigmalar/epistemolojiler nedeniyle Müslümanların başını ezmeye çalışan İslamofobikler olarak yaftaladı ve sindirmeye çalıştı. Böylece, İslami/İslamcı özgüveni yeniden tesis edebileceğini düşündü. Fakat bu iktidar gücü/sopası takviyeli özgüven serbest bir tartışma ortamında darmadağın olacak, kırılgan bir özgüven olmaya mahkûmdu. O yüzden kırılganlığının yarattığı riskleri azaltmak için demokrasi aleyhine daha fazla iktidar alanını tekeline aldı ve iktidar zorunun dozunu devamlı artırdı. Kendisinden olmayan herkesi terbiye edecek zora dayalı “İslamcılık” anlayışı, iktidar olmayı ve iktidar kullanmayı önceledi ve AKP liderliğinin otoriter eğilimlerini haklılaştırmasına hizmet etti.
Batıcıların özgüvenini ve kibrini kırmak için başvuruluyor denilerek daha ilk günden itibaren savunulan bu iktidarcı yaklaşım, zamanla iktidar olmayı ve iktidar kullanmayı kutsayan, yani iktidardan başka bir normu olmayan bir siyasi teori/teoloji ile perçinlendi. Siyaset iktidar olmak ve iktidar kullanmaktır, gerisi laf-ı güzaftır şeklinde özetlenebilecek ve fırsatçılığın kıyılarında dolaşan bu “süper iş bitirici” siyasi teori/teoloji; çoğulculuk, farklılık, uzlaşı gibi normları “liberal naiflik” olarak yaftalarken, kendisini de kaçınılmaz olarak anti-entelektüalizme demirledi. İslamcılık, AKP liderliğinin iktidar olmayı/kullanmayı önceleyen siyasi/faydacı aklına teslim edilerek, farklı toplum kesimleriyle sıfır toplamlı bir ilişki kuruldu. Ya da tersi, farklı toplum kesimleriyle sıfır toplamlı bir ilişki kurulduğu için İslamcılık AKP liderliğinin iktidar olmayı/kullanmayı önceleyen siyasi/faydacı aklına teslim edildi.
Böylece İslam’ın verili dünyaya ve topluma cevabı nedir, İslami adalet ilkesi bu dünya ve toplumda nasıl gerçekleştirilir sorusunun cevabı da, kestirmeden “dışarıda/altta kalana hayatın dar edileceği bir iktidar pratiğidir” oldu. Hal böyle olunca, kadınların kıyafetleri, çocukların evlenebilecekleri yaş konusunda ahkâm kesen bir bağnazlık; “bizim” iktidarın yolsuzlukları, adaletsizlikleri ihmal edilebilir, öz/eleştirinin sırası değil diyen bir İslam ahlakı geçer akçe haline geldi. Bu akçeyi geçerli kılan “büyük resim” ise, bir çeşit “çok amaçlı meşrulaştırıcı” olarak işleyen “laik Batıcılarla kutsal savaş” oldu. AKP liderliğinin elini her açıdan serbestleştiren, keyfiliğinin önü sonuna dek açan bir siyaset teorisi/teolojisi böylece gelişti. “Kim olursa olsun, ne yaparsa yapsın yeter ki bizden olsun,” “iktidarın yetkisidir, tercihinden sual olunmaz” türünden yaklaşımlar da bu “büyük resim” çerçevesinde utanç verici olmaktan çıktı. Belki de bu yüzden “büyük resimde” adalet, hakkaniyet, liyakat ve demokrasi bizim bildiğimiz gibi ol(a)madı.