Yeniden Üzerine
Derviş Aydın Akkoç

Kişinin bazı durup da kendi geçmişine baktığında yaşanmış zamanlarının çoğunun esasında geçiştirilmiş, ötelenmiş kırgınlıklar, kursakta kalmış özlemler, solup yitmiş düşlerle, alaya alınmış korkular, hayal kırıklığı, pişmanlık, kaçırıldığı düşünülen fırsatlar ve mecrasını bulamamış, hedefsiz öfkelerle dolu olduğunu fark etmesi; karmakarışık ve birdenbire... Ve sürüp giderken yaşam kendi edasınca; geçiştirilen hiçbir hissin, düşüncenin, sezginin, korku yahut kaygının aslında geçmemiş olduğunu; tetikleyici bir olaya mukabil şimdiye musallat olmak için ruhun dehlizlerinde bir yerlerde sırasını beklediğini duymadaki ürperti sonra: o gün hasıraltı edilen şeyin dönüp dolaşıp ve daha bir şiddetle bugüne, bugün hasıraltı edilenin de yarına kara bulutlar misali çökecek olması... Geçmiş, şimdi ve hatta gelecek, hepsi bir arada, dolaşık, iç içe... Nedir ki insan: Yazgının hoyrat avuçlarında zavallı bir kukla, feleğin çemberine takılıp kalmış şaşkın bir ses mi...  

***

Görmezden gelinen, dalgınlıklar arasında, dünyanın gürültü patırtıları ortasında kaybolduğu varsayılan, yahut belli belirsiz fark edilse de ısrarla dudak bükülen, sinsice hor görülen ipince bir duygu, cılız bir sorun, çelimsiz bir fikir, önemsiz addedilen bir şüphe, aydınlanmış aklın maskarası olan bir vehim, yüzergezer bir izlenim kapatıldığı hücrelerde zamanla beslenip büyür, ruhun duvarlarını çatlatır, dal budak dışarıya saçılır da, kişi çoğun apansız yakalanıverir böylesi hücumlara, ne yapsa kaçıp sıvışamaz artık daha fazla. Firar edecek bir yeri ve zamanı kalmamıştır; kapılarını bacalarını sıkı sıkıya kapaması da nafiledir, unutuşa terk edilen, hafife alınan şey olanca hışmıyla, köpürerek, daha iddialı ve gürbüz dönmüştür, buradadır... Yüzleşmenin kaçınılmazlığını ama bu sürece hazırlıksız oluşu da ihmal etmeden, Nezihe Meriç “Zor Yokuşu” adlı nefis öyküsünün açılış cümlelerinde insanın gerçekliğe gözlerini kapama tutumundaki dramına eğilir, dürüstçe:

“Uzun zamandır örtbas etmeye çalıştığım bir duygu, artık bana direnecek duruma geldi. Güçlendi. Hiç umulmadık yerlerde geliveriyor karşıma. Gazete okurken, kızı yıkarken, koyu uykularım karabasana dönüşürken, yolda yürürken, kendimi kahkahalarla gülerken yakaladığımda. (...) Aşk, ayrılık, yaşamak, ölmek, evlilik, toplum, kader, özgürlük, birey, evrim, devrim, insan hakları, boşluk, saçma, Allah, dünya, insanlar vb. çeşitli sözcükler yazıp ünlemler çekiyorum. Bir yazıp bir karalıyorum. Uzun zamandır susuşum, kafamdaki bu dağınıklıktan. Şu dünyada, okuyarak, yaşayarak edindiklerimin tümünü, unutmuşum gibi bir duyguya kapılıyorum; geceyarıları uykusuz otururken.”1

Freud’un bastırılanın geri dönüşü formülü kafi yahut gerekli midir buradaki altüst oluşa ucundan kıyısından da olsa bakmak için, belki: örtbas edilen bir duygu –çoktan tükenmiş bir aşkın hakikati, kopan bağların sessiz sızısı- muhatabına direnecek bir kuvvete erişene kadar beklemiş, kıvam bulmuş, ve en uygun anda özneye tebelleş olmak üzere ayaklanmıştır. Nice zırhlar delik deşik olur böylesi zalim ataklarda. Ve bu dadanışın ilk kurbanları olarak kelimeler: içeriklerini, çağrışımlarını ve değerlerini yitirmiş kelimeler; toz toprakla kaplı bir inşaat sahası olarak da dil... Kelimelerin bir vakitler tekabül ettikleri nesnelerle aralarındaki bağlar kopup saçılmış; temsil askıya alınmış, ya da belki de imkânsız olduğu idrak edilmiş, geçiştirilen o duygu-sorun sadece ruhu değil, dili de tarumar etmiştir. Okuyarak ya da başka şekillerde edinilmiş deneyimler sıfırlanmıştır. Özne bir dönemeçte yapayalnız, durgun ve dalgın; dışarıya taşmış sayılarla içeriye doğru büyüyen sayılar arasında afallamış, aklın zinciri ile deliliğin ipi arasında garip ve mahzun düşmüştür. Sözden, konuşmadan sürülüp de sabuklama burgacına çekilmiştir sanki. Örtbas edilen sorun da bir takıntıya dönüşmüştür: gazete okurken, yürürken, uyku ve uyanıklık arasında gelip kişinin hem zihnine hem de yüreğine iyiden iyiye saltanatını kuruyordur... Yazmaksa kafadaki dağınıklığı gidermek şöyle dursun daha da artırıyor gibidir, kalem kararsızca bir yazıp bir karalıyor, ünlemler kâr etmiyor, konuşmak da susmak da derde deva olmuyordur, anlamların bu şangur şungur parçalanması karşısında...   

***

Sarsıntılı dönemeçler, sıkıntılı eşikler kendi içinde kriz durumuna da işarettir aslında. Krize tutulmaksa ürkütür, sorunları tecil etmenin, yok saymanın altında da muhtemelen olası bir krizden duyulan korku yatmakta. Zira kriz buyurganca bir tonla dönüşüm dayatır, ne var ki, bunun için evvela varoluşa usul usul ve tatlı yollardan sirayet etmiş fakat zamanla acılaşmış alışkanlıklardan istifa etmek gerekir. En zorudur bu. Kaçılır, ihmal edilir, alışkanlıkların korunaklı bahçesinde krizlere karşı türlü önlemler alınır, alındığı düşünülür... Ama hiçbiri uzun ömürlü değildir bunların, tutmazlar... Özne hiç değilse bir kez kendi ile baş başa “geceyarıları uykusuz otururken” yakalar kendini, sessizliğin boğuk uğultuları içinde... Kriz, tıkanma, girdaba çekilme, türbülansa girme... Yaşam bu negatif addedilen süreçlerden hiçbir zaman bağımsız değil; sarsıntılarla, dalgalanmalarla, sıfırdan bir’e doğru yeniden hareketlenmelerle yüklüdür, neyse ki...

***

Kriz yahut kaos değil, “kafadaki fırtına” diyordu Baudelaire: kolay değildir delişmen  fırtınaları yatıştırmak, hayatın rüzgârlarını savuşturup da açık semaya yeniden bakmak, dingin ve rahat... Fırtınalarda varlığın hanesi yıkılır, yeniden kurulur, doğru; ama bir pahası, zahmeti vardır her “yeniden”in, gelgeç reçetelerle, ucuz söylemlerle ortalık malı değildir: Meselenin yazgıya boyun eğmek, zorunlulukların bilincine varmak, ya da Hamlet gibi zamanın kırbaçlarına katlanmak değil, amor fati (yazgını sev) olduğunu öne sürüyordu Nietzsche de. Bu hikmetli sözde vurgu yazgıya olduğu kadar, hatta ondan daha fazla sevme eyleminin kendisinedir. Bu kristal sözün yüreğinde yazgıya küfür kıyamet kahretmeye değil, nefretle hesabını görmüş, suçluluk duygusunun defterini dürmüş bir sevme eyleminin faili olmaya çağrı çınlar. Sevginin belki de en yüksek, yoğun ve kuvvetli formlarından biridir bu: “Yeniden”e vesile oldukları için krizlerin, çöküşlerin, yıkımların, hastalıkların, bunalımların dahi hoş görüldüğü, hayra yorulduğu, bağra basıldığı; öznenin bu kesitte kendini olumladığı, reaksiyonlarla bezeli bir “hayır” düzleminden kopup sıyrılıp “evet” düzlemine intikal ettiği, kendini yeniden kurduğu bir form... Sevginin güçten ürküp çekinmediği, kendi gayretini kuşandığı, zihinle cilveleşip fikirle oynaştığı, hakikatini evvela kendi terazisinde tarttığı, çoğalan bir anlayış ve nezaketle genişlediği, güzelliğini dünyanın akışına koşulsuzca açıp bıraktığı bu varoluş zemininde öznenin kendi yazgısıyla kanlı bıçaklı olmayıp onu da sevdiği, şükran geliştirdiği narin ama muhkem bir hâl: pasif cinsinden bir tevekkülün değil, onca sancılı arayıştan, kayıplardan, kanamalardan ve hasretlerden sonra kendini yeniden ve başka şekillerde bulmanın, yeniden başlamanın o billur enerjisi, ya da Turgut Uyar’ın dizeleriyle:

“o zaman şehre çıktım bir elimde fırça

...

kim  varsa gelsin artık yeniden oynayalım

hızım bir araba dolusu aşk gibidir

gölün rengiyle asfaltı karıştırıp

kızım, ne varsa hep yeniden boyayalım.”  

***

İnsan yeter ki ortalığı velveleye vermesin, dikkatli ve berrak bir bakışla baksın hem kendine hem de dünyaya; bastırılan, geçiştirilen yahut yeni karşılaştığı tüm sorunları, zihnine ve gövdesine üşüşen krizleri çözmeye muktedirdir, zira kudret sahibidir... Ona kudretsiz olduğunu telkin eden bütün söylemler ideolojilerin değirmenine su taşır; bu kudret suyu da modern rahiplerin kupkuru gırtlağına akar genellikle, damağı kışkırtan şaraplar gibi... Bocaladığı, takıntı haline getirdiği yahut düpedüz çözemediğine ikna olduğu bir sorun zuhur ettiğinde kendi meselelerine eğilmek yerine onun adına bu dertleri çözecek failleri davet eder insan, işin kolayına kaçarak; oysa kendi problemleri karşısında asık suratlı değil, pekâlâ müşfik de olabilir, onları kendi ruh-zihin divanında ağırlayıp dinleyebilir... Ve bu fasılda ve biraz da eğip bükerek, Walter Benjamin’in tahrip olmuş sinirlerden değil, diyaframdan gelen bir kahkahanın tıkanmış fikirleri, karışık katı duyguları, beklemiş ve huysuzlaşmış sorunları daha iyi bir şekilde çözeceği yollu düşüncesi: bu muzip, nesnesinin etrafında cin gibi fır dönen bakış “insanlık önüne ancak çözebileceği sorunları koyar” diyen Karl Marx’ın haşin gülüşünü de markajına almaz mı; bereketli bir tereddütle ve gizliden yutkunarak...


1 Nezihe Meriç, Toplu Öyküleri II, Dumanaltı / Bir Kara Derin Kuyu, İstanbul: YKY, s. 2019.